Nazife Şişman

‘Yeni Erkek’: ‘Hegemonik’ten Kırılganlığa Uzanan Çelişkili Yol

 

Kadına karşı şiddeti engellemeye dönük bir çalışmanın tanıtım toplantısındayız. Açılış konuşmasını yapan bir yetkili, bütün erkekler adına utancını dile getiriyor ve özür diliyor, çoğunluğunu kadınların oluşturduğu salondan. İstatistiklerle vehameti gözler önüne serilen şiddeti uygulayan cinse mensup olmanın “sorumluluğu”nu taşıması sebebiyle alkış da alıyor katılımcılardan. Benden başka şaşıran yok bu duruma. “Bugün de erkekler bir kadını öldürdü” cümlesi ile manşete taşınan “erkek şiddeti” tanımlamasını/suçlamasını, sırf cinsiyeti erkek olduğu için üzerine alınan bir erkek neyin göstergesidir? Erkekliğin hegemonya ve şiddet üzerinden yaygın eleştirisinin, aşırı bir kimlik özdeşimine yol açtığı şeklinde yorumlayıp geçiyorum. Ama mesele öyle kolay geçilebilecek bir hususiyet arzetmiyor.

Egemen/ezen/otoriter ne kadar mevki, makam varsa hepsi erkek (baba) ile özdeşleştiriliyor, özellikle son dönemlerde. Erkekliğin bir iktidar konumu olarak ele alınışı, akademide de sosyal teoride de geniş kabul görüyor. Mesela en yaygın kabul gören teorik çerçevelerden biri, R. W. Connell’in “hegemonik erkeklik” yaklaşımı. Erkekliği, daha doğrusu cinsiyet ilişkilerini belirleyen tek parametrenin güç ve iktidar olduğu kabulünü esas alan bu analiz çerçevesinde erkeklik, dünya çapında iktidarı ellerinde tutanların bir özelliği.

Bu kabulü tartışmasız onaylamamızı sağlayacak örnekler ve göstergelerle dolu etrafımız. Ulusal ordularda ve futbol maçlarında şiddet ile erillik iç içe geçiyor, birbirini besliyor. Bosna savaşından sonra Myanmar’da ve Suriye’de de tecavüzün bir silah gibi kullanılması, erillik ve şiddet eşleştirmesini haklılaştırıyor.

Bu gözlemler, erkekliği şiddet, hiyerarşi, hegemonya dışında tanımlamamızın mümkün olmadığı şeklinde bir sonuca ulaştırıyor bizi. Bir sonraki aşamada ise şöyle dememiz kaçınılmaz oluyor: Aile geçindiren erkek figürüne dayalı aile, heteroseksüel erkek odaklı evlilik, kadınların cinsel ve toplumsal yönden denetimini amaçlayan NAMUS anlayışı… Bütün bunlar varlığını sürdürüyor ve erkek egemenliğini besliyor.

Erkek egemenliğini besleyen unsurların listesine bakıldığında, mesela heteroseksüelliği, namusu ve aile geçindiren baba-erkeği, “hegemonik erkeklik”i inşa eden, yani baskıcı ve ezici erkekliği besleyen unsurlar olarak görmek, Müslümanlar açısından çelişkili bir durum arz ediyor mu sorusu sorulmalı. Ama bu bir bahsi diğer; zira bu konu ayrıca ve ayrıntılı bir şekilde ele alınmayı hak ediyor.

Esasında soru çatışma teorisinden yola çıkılarak sorulmasa, belki de bu sonuca varılmayacak. Doktriner Marksistler ve radikal feministler saf bir çatışma teorisinden yola çıkarak soruyorlar sorularını. Böyle olunca da erkekliği, biyolojik, genetik ve psikolojik faktörlerle açıklayan indirgemeci yaklaşımlar saf dışı bırakılırken, iktidar ilişkisi ile, toplumsal inşa ile tanımlayan bilimsel görüşler hakimiyet kazanıyor.

Zeminin darmadağın olduğu böyle bir ortamda erkekliği ve kadınlığı neye göre tanımlayacağız sorusunu soran Müslümanlarsa, biyolojik ve psikolojik indirgemeciliğe mahkûm oluyorlar çoğu zaman. Kadın fıtratından, erkek fıtratından bahsederken fıtratın ahlaki ve teklif boyutunu değil de biyolojik yönünü vurgulayarak geçersiz argümanlar üretmiş oluyorlar. Kadınların duygusallığı, erkeklerin rasyonelliği gibi 19. yüzyılın biyolojik ve psikolojik bilimsel söylemine teslim oluyorlar.

Her şeyin dağıldığı bir ortamda erkekliği ve kadınlığı nasıl tanımlayacağız sorusunun cevabını vermek gittikçe zorlaşıyor. Aynı zorluk baba kimliği için de geçerli.

Ekmek parası kazanan baba

Babalığın niteliğini belirleyen en temel faktör, pek çok toplumda aileyi besleme/koruma sorumluluğudur. Günümüzde ise erkeklerin geçim sorumluluğu ile babalık sorumluluklarını bağdaştırmada belli sorunlar yaşadığı görülüyor. Gece geç saatlere kadar çalışan, ama eve geldiğinde çocuğunun proje ödevine yardım etme zorunluluğu hisseden bir baba modeli var artık karşımızda. “Ekmek parası kazanan baba” modeli hâlâ geçerliliğini korurken bu “yeni baba” imgesi de tedavüle giriyor.

Weber’in ev ile işin birbirinden boşanması olarak tanımladığı, üretimin evden fabrikaya taşınması süreci, endüstriyel kapitalist dönemde eril kamusal alan/dişil hane şeklinde bir ayrıma yol açtı. Bu toplumsallaşma modelinde çalışma, erkekliğin inşasında en merkezi yeri tutar. Ev dışında örgütlü bir işte çalışan, kas gücünü kullanan, endüstriyel üretime katkıda bulunan ve kazancını ailesinin tüketimine hasreden erkektir baba.

“Babanın ölümü”

Endüstri sonrası ekonomik örgütlenme söz konusu olduğunda bu tanımlamaların belli ölçüde değiştiği söylenebilir. Çünkü erkeğin kol gücüne, geçindirme görevine vurgu belli oranda önemini kaybediyor. Aslında endüstriyel makinelerin uzantısı olan erkek kol gücüne dayalı üretim sisteminin temeli olan mavi yakalı işçi, bir erkek olarak kendi kaderini kendi yaratma ve kendi yolunu çizme özgürlüğü ile yeni bir “üstün erkeklik” modelini kurmanın yolunu açmıştı. Böylece geleneksel baba otoritesine bağlı erkekler, geleneksel ataerkil otoriteden koptu ve bu kopuş “babanın öldürülmesi” sembolizminde buldu ifadesini. Fransız Devrimi ile birlikte, tanrı-baba, kral-baba ve aile babası şeklinde üç babanın ölümü şeklinde bir otorite ve erk değişimi yaşanmıştı. Tanzimat romanlarındaki karakterlerin babasız erkekler geçidi gibi olmasını, devletin otorite kaybının sembolik ifadesi olarak yorumlar Jale Parla.

Modern pedagoji ailedeki ataerkil babayı öldürürken, çocuğun eğitiminde babayı oyunun dışına atarken yerine anneyi ikame etti. Aile ve kadın âdeta katolik nikâhıyla birbirine bağlanmış oldu böylece. Modernleşen Türkiye’de de kadının çocukları eğitici rolü, milliyetçilikle ve İslamcılıkla birbiri içine geçerek tartışılmaz bir konum kazandı. Baba, sadece eve ekmek getiren mavi yakalı ya da beyaz yakalı bir otomata dönüşerek erkek kimliğini tahkim edebilirdi artık.

Diğer taraftan “baba ölmüştü”, yani hanede yaşlı baba otoritesi geçerli değildi bundan böyle. Çünkü piyasa kapitalizminin dinamikleri, hanenin ve ailenin koruyucusu yaşlı erkeğin deneyimine değil, üreten-kazanan genç erkeğin “piyasa”ya dayalı erkeklik otoritesine önem verdi. Böyle bir sosyo ekonomik ortamda, geleneksel baba otoritesine bağlı erkekler, geleneksel ataerkil otoriteden koptu. Bu da esasında babadan oğula geçen eril değerleri sorunlu hale getirdi.

Hanedeki en yaşlı ya da güçlü erkeğin otoritesi altında yaşa ve cinsiyete dayalı patriyarkal hiyerarşilerin yerine, bir kadın bir erkek arasındaki aşka, mahremiyete, sevgiye ve karşılıklı gönüllü bağlılığa dayalı “modern aile”nin geçtiği belli ölçüde kabul görüyor. İşte tam da bu sebeple egemen erkeklik değerleri babadan oğula geçmiyor ve bu da derin bir erkeklik krizine yol açıyor.

Risk alma ve erkeklik

Endüstri sonrası kapitalizmin yapısı, bir kez daha değiştirdi erkeklerin kimlik kurduğu araçları. Zira esnek iş yapısı, kastan ziyade akla, rutin çalışmadan ziyade risk almaya vurgu yapıyor. Çalışmak için güçlü olmak değil, teknik beceriye sahip olmak ve aklını kullanmak gerekiyor. Diğer taraftan hizmet sektörü genişliyor; bu da bazı iş alanlarının feminize olması anlamına geliyor. Endüstriyel kapitalizm döneminde kas gücü ve erkeklik arasında kurulan ilişki, günümüzde risk alma, risk yönetimi ve erkeklik arasında kurulan ilişkiye dönüşmüş durumda.

Erkeğin aile reisliğine dayanan ve kadının ücretsiz ev işçisi olduğu aile modeli, artık zayıflıyor. Avrupa ülkelerinde neredeyse kalmadı denilebilir. AK Parti iktidarının Avrupa’ya uyum çerçevesinde kadınlarla ilgili tedavüle soktuğu yeni çalışma teşviklerinin de etkisiyle, Türkiye’de de “aile geçindiren erkek” modelinden vazgeçilecek. Zaten medeni kanundan “ailenin reisi erkektir” ibaresi kaldırılarak bunun hukuki zemini sağlanmıştı.

‘Yeni Erkek’te terkip arayışı

Peki bu aile modelinde baba/koca nasıl bir kimlik geliştirecek? Bu soruya cevabımız yok. Esasında bu soruyu doğru bir noktadan sormayı bile başaramıyoruz henüz. Şu üç unsuru bir arada değerlendirip bir noktada buluşturmak ve bir terkibe varmak istiyoruz:

1-Modern öncesi dönemin hane yapısı devam ettirilse, pek çok sorunun çözüleceğine dair çok sık dile getirilen bir kanaat var. Dedeler, nineler, halalarla birlikte yaşanan en az üç kuşağın bir arada olduğu haneye bir nostalji söz konusu.

2-Endüstriyel kapitalist döneminin aile reisi erkek tipi, yani işe giden para kazanan, aileyi geçindiren ve bütün otoritesini de bu geçindirme sorumluluğu sayesinde kazanan baba/erkek de bir şekilde ideal tip olarak muhafaza ediliyor. “Eve ekmek getiren”, “evin reisi” erkek imgesinin de esnek iş yapısı sebebiyle zayıfladığını; kadınların iş gücüne katılımı, hizmet sektörünün feminizasyonu gibi pek çok etken sebebiyle artık erkeklerin böyle bir kimlik geliştirmekten uzaklaştıklarını söyleyebiliriz rahatlıkla.

3-Popüler kültürün erkek çocuğuyla güreş eden (balığa çıkan?), kızının bale gösterisine, okul müsameresine giden baba modelini de bu iki unsurla bir noktada buluşturmak ve uyumlu bir terkibe kavuşturmak arzusu baki. Bilindiği gibi yeni baba rolü, Batılı, orta sınıf, ekonomik açıdan belirli bir düzeyin üzerindeki erkeklere özgü “ideal” bir rol modelidir.

Halbuki bu terkip ne yazık ki pek mümkün değil, çünkü unsurlar farklı iktisadi ve sosyal yapıların ürünü. Modern öncesi dönem, modern endüstriyel kapitalizm dönemi ve postmodern endüstri sonrası kapitalist dönem… Bu dönemler, iş ile hane/ev arasındaki ilişkinin değişmesine yol açtığı için farklı erkekliklere de kaynaklık etmiştir.

Tüm bu çelişki ve çatışmalara bir de erilliğin olumsuz tezahürleri üzerinden yargılanmak ve sigaya çekilmek eklenince “yeni erkek/baba”, otoriterlik ile kırılganlık arasında bir sarkacın salınımında denge kurmakta zorlanıyor. Bu denge sağlanamadığı için “erkek şiddeti” diye adlandırılan sorun küresel düzeyde yükselişte. Ama bu yükselişe paralel bir şekilde, ilişkiden ve sorumluluktan kaçan, aşırı kırılgan ve aile içindeki konumu belirsizlik arz eden bir erkek profili de söz konusu. Önümüzdeki dönemde aileyi ve dolayısıyla baba kimliği üzerinden çocukları, kadın kimliğinden ziyade erkek kimliğindeki bu hegemoniklik/kırılganlık sarkacı etkileyecek.

Nazife Şişman

*Bu yazı Nihayet Dergi’nin Haziran 2015 tarihli sayısında yayımlanmıştır. 

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir