Nazife Şişman

Yaşlılık: Hayatın Anlamsız Bir Yüke Dönüşmesi

 

Babası bir gün iş dönüşü oğlunu elinde bir tahta parçasını çakısıyla oymaya çalışırken görür. Ne yaptığını sorar. “Yaşlanınca size yemek koyacağım tabakları yapıyorum” cevabıyla sarsılır. Kendi babasına, ayrı sofrada, tahta tabaklarla yemek verişi gerçeğini adeta yüzüne çarpmıştır oğlu. Yaşlılarla ilgili empati geliştirmeye dönük bu hikâyeyi, bizim neslimiz ilkokul kitaplarından hatırlayacaktır. Bugünkü okuma parçalarında buna benzer temalar işleniyor mu bilmiyorum. Ama günümüzde yaşlılığın, sadece empati geliştirerek çözülemeyecek bir toplumsal ve iktisadî sorun olarak ele alındığını söylememiz mümkün.

2003 yazında Fransa’da “cehennem sıcakları” olarak adlandırılan iklim durumundan en fazla etkilenen kesim, tek başına yaşayan yaşlılar oldu. Sayıları resmi makamlar tarafından 11 bin olarak ilan edilen, fakat gayrı resmi olarak 15 bine ulaştıkları da iddia edilen yaşlılar, yapayalnız veda ettiler hayata. Sosyal hizmet uzmanının elindeki dosyadan eksilen isimler olarak… Belirli aralıklarla kontrole gelen sağlık görevlilerinin yükünde de 15 bin kalemlik bir azalma oldu. Ama asıl önemlisi, artık ödenmeyecek emekli maaşları nedeniyle, doğrudan devletin maliyesini, dolaylı olarak da vergi ödeyenlerin bütçelerini “olumlu” yönde etkiledi bu eksilme.

Bugün hayatta olan insan nesli, tarih boyunca bu oranda yüksek yaşa ulaşan ilk kesim. İnsanların yüzde yirmisi 65 yaşın üzerinde ve ilk kez bu orana ulaşıldığı söyleniyor. Bu demografik değişim (buna devrim demek bile mümkün) öyle derin ki, sosyal hayatın hemen her yönü bu değişimden etkileniyor. Bu durumun bireyler, aileler ve kamu politika yapıcıları açısından çeşitli ekonomik sonuçları mevcut. 2001 rakamlarıyla dünya genelinde 420 milyona ulaşan yaşlı kesim, yeni bir dönemin öncüleri olma özelliği taşıyorlar. Ve artık yaşlılar, sosyal ve ekonomik politikanın konusu.

Nitekim yaşlı insanlar, Birleşmiş Milletler’in 1999’da düzenlediği yaşlılar konferansında kabul edildiğine göre, bağımsızlık, katılım, bakım, insan onuru gibi birtakım ilkeler çerçevesinde tanımlanan haklara sahipler. Fakat bu ilkelerin gerçekleştirilebilmesi için yaşlıların bir toplumsal grup olarak kimliklerine sahip çıkmaları ve kendi haklarını savunmaları gerekiyor Birleşmiş Milletler’in Uluslararası Yaşlılık Eylem Planı’na göre. “Yaşlılıkla ilgili daha olumlu, daha aktif ve gelişme merkezli bir bakış açısına geçebilmek, ancak yaşlı insanların kendilerinin harekete geçmesi ve artan sayı ve etkileri sayesinde mümkün olacaktır. Sosyal olarak birleştirici bir kavram olan yaşlı olmanın kolektif şuuru, böylece pozitif bir etken olabilir.” (l/paragraf 32).

BM’nin 1970 sonrası teşvik ettiği sivil haklar politikasının bir örneği bu. Yaşlı, çocuk, kadın, özürlü (fiziksel ya da zihinsel engelli) gibi, insanları belirli kimliklere hapsederek marjinalleştiren yaklaşım, yaşlılar için de öngörülüyor. Her kültürel kimlik, diğerlerinden bağımsız bir varlık alanına hapsediliyor. Kadın, çocuk, özürlü ve yaşlı, bir hanede, ailenin sarıp sarmalayan yapısı içinde bir bütünün parçası olarak değil, atomize bir birey olarak ele alınıyor. Böyle olunca zaten soruna neden olan durumdan çözüm çıkarmak gibi bir abesle iştigal ediliyor. Ninenizin, saygı görmek veya evinde bakım hakkı elde etmek için, elinde pankartla akranlarını toplayıp yürüyüş yaptığını hayal edin… Bu benim abartmam değil, söz konusu konferansın broşürlerinden birinde böyle bir ninenin fotoğrafı yer alıyor.

Oysa sorunun, yaşlıların örgütlenmesiyle çözüleceğini düşünmek kadar, sadece daha öncesine nazaran daha fazla sayıda yaşlı olmasına bağlanması da zor. Zira asıl mesele, yaşlı insanların artık kendiliğinden doğal olarak topluma entegre olamamalarından kaynaklanıyor. Çünkü hâkim yaşam kültürünün temellendiği gençlik, cinsellik ve tüketim gibi unsurlarla çatışma halinde olan bir durum, yaşlılık. Günümüzde yaşlılık ile çocukluk arasındaki, yani zamansal olarak hayatın ilk yılları ile son yılları arasındaki iktidar ilişkisi, tam tersine dönmüş durumda. Bir zamanlar, bilgi, görgü, tecrübeye dayanan iktidar, yaşlıların inhisarındaydı. Günümüzde ise değişim ve tüketim her şeyin merkezinde olduğu için çocuklar, kapitalist sistemin iktidar keyfini sürüyor. Yaşlılar bir taraftan ekonomik üretkenlikleri sona ermiş olduğu için, sosyal devlet olarak örgütlenen yapılarda ekonomi için bir yük teşkil ediyorlar. Özellikle gelişmiş ülkelerde sağlık güvencesi, yaygın bir örgütsel yapıya sahip olduğundan, devletin ödediği sağlık giderleri her geçen yıl artıyor. Ve genç vergi mükellefleri, bu artan yükten bir şekilde kurtulmak istiyor.

Diğer taraftan yaşlılar, Emirü’l-Mümininin sakalına düşen ak misali, ölümü hatırlattıkları için günlük hayatta onlarla karşılaşmak istemiyor modern insan. Zira modern insan, “hayatımız bu dünya hayatıdır” şiarını benimsediğinden, ölümü gerek bireysel gerekse toplumsal hayatının dışında tutma çabası içindedir. Bu çabanın gereği olarak kişinin kendi yakınlarının ölümleri gözden ırak tutulur ve bellekten silinir. Ölümcül hastalar, profesyonellerin bakımına havale edilir. Evinde, yatağında, çoluğunun çocuğunun gözü önünde ölmesine izin verilmez hastaların ve yaşlıların. Yaşlıların ebedi istirahatgâhları olacak mezarlıklara teslim edilmeden önce, gettovari darülacezelere, huzur evlerine kapatılmalarının en önemli nedenidir, ölümü hayatın dışına atma çabası. Yine bu nedenle cenaze işlemleri mümkün olduğunca kamusal mekânlardan uzakta halledilir.

Ölümü hayatından uzaklaştıran modern insanın, yaşlıların yaşamasını anlamlı kılması mümkün değildir, diyor Bauman*. İşte bu nedenledir ki, yaşlıların ya da hastaların, toplumun anlamlandırmak istemediği bir hayat yaşamaktansa ölümü tercih etme hakkı olduğu iddia ediliyor. Ötanazinin legal bir düzenlemeye tabi tutulması tartışmalarının arka planında, yaşlıların hayatının anlamsız olduğu kabulü ve iktisadi yük olmaları gerçeği en önemli rolü oynamaktadır.

Bunun yanı sıra yaşlılık, gençlik fetişizmi nedeniyle de asla istenmeyen bir durumdur, modern insan için. Asıl yaman çelişki, modern insanın, bir taraftan yaşamı uzatmaya çalışırken, diğer taraftan yaşlılığı kabullenmeyerek uzun yaşayanları gözden ve dolayısıyla da gönülden uzaklaştırmasıdır. Yaşlanmaya verilen değerin yerine oturtulması, seküler ideolojilerin önemli sorunlarından biridir.

Yaşlanmanın, yaşamanın anlamının yavaş yavaş kaybedildiği bir süreç olarak görüldüğü modern toplumda yaşlı insanlara bir tek seçenek kalır. Anti-aging programlarıyla mümkün olduğunca genç görünümlü yaşlılar olmak. Oysa biz, genç görünmeye çalışan yaşlıların hoş görülmediği bir kültürün mirasçılarıyız. Ölümsüzlük isteği ta Hazreti Adem’den bu yana insanoğlunun fıtrî imtihanı olmuşsa da, Peygamber Efendimizin öldüğü yaşta ölümü beklemek, daha fazlasını zaid addederek “ölmeden ölme”yi temrin etmek şeklinde bir geleneğin de beşiğidir bu topraklar. Bu da gösteriyor ki, yaşlılığın anlam ve değerini belirleyen şey, insanların hayata ne anlam verdikleri, yani bütün değerler sistemidir.

Dipnot:

*Zygmunt Bauman, Postmodernlik ve Hoşnutsuzlukları. Çev. İ. Türkmen, İstanbul: Ayrıntı Yayınları, 2000, s. 226-227

Nazife Şişman

*Bu yazı Küreselleşmenin Pençesi İslam’ın baumPeçesi kitabında yayımlandı

 

 

 

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir