Nazife Şişman

Güvenlik/korku eşiğinde bitimsiz bekleyiş

 

Mülteci denilince merhametin yanı sıra başka duygular da eşlik ediyor bize. Başkalarının acısını seyrederken, araya önce bir uzaklaşma efekti giriyor. Ardından korku ve suçlama geliyor. Yeterince ilgilenmeyen yetkilileri suçluyoruz, çalışabileceği halde dilenenleri suçluyoruz, ikiyüzlü davranan Avrupalıları suçluyoruz.

Avrupalıları suçluyoruz çünkü hesap yapıyorlar, hasbi davranmıyorlar. Mültecileri kurbanlar, kirli bir savaştan arta kalanlar, zalim ve akıl dışı insanların o uzak dünyasından gelenler olarak kategorileştirmekle başlıyorlar. Ardından ufuklarını işgal eden, sınırlarını aşıp geçen bu insanların kim olduğunu soruyorlar. Ve soru en yakıcı yerden cevap buluyor: Gelip de gitmeyecek, gelip de yakacak olan, o uzak dünyalara ait tehlikeli insanlar… Onlar akıl almaz savaşlardan arta kalanlar, şiddetle çalkalanan dünyanın safra gibi ötelere fırlattıkları…

Denizin ortasına atılan, metrelerce aşağıda bir yerlere gömülen çöplerden nasıl rahatsız olunmuyor da sahile vuran karpuz kabuklarından rahatsız olunuyorsa, cesetleri sahile vurmadığında denizin ortasında kaybolan mülteciler de sadece haber bültenlerinde geçen sayılardan ibaret kalıyor.

Gittikçe duvarları yükselen şehirler, dokunmadan geçip gidilen otoyollar ve her gün acıya seyirci olduğumuz ekranlar bizi dünyanın geri kalanından tecrit etse de mültecilikte bir zorunluluk olduğunu kabul ediyor vicdanımız. Halbuki çoğu zaman unuturuz; göç de kendiliğinden, birdenbire vuku bulan bir olay değildir.

Sadece daha iyi bir hayat, daha yüksek bir kazanç için açgözlülüklerinin peşinden giden insanlar olarak görülmelidir göçmenler. Çünkü siyasi ve iktisadi sistemdir, göçün yönünü ve örüntüsünü şekillendiren. 19. yüzyılın sömürgeciliği, 20. yüzyılın ucuz işgücü ihtiyacı, 21. yüzyılda insanın ve paranın yeni hareketliliği olarak tanımlayabileceğimiz küreselleşmenin ortaya çıkardığı güneyden kuzeye hareketlilik, temelinde kaynak paylaşım mücadelesi olan işgaller, savaşlar… Tüm bunlardır, göçün ve ilticanın arkasındaki dinamikler.

Sürekli seyelan halinde olan insanların dramı, bağımsız ulus-devletlerin oluşumu ile sığınmacıların, mültecilerin ortaya çıkışı arasında çok yakın bir bağlantı olduğunu ortaya koyuyor. Tehcirler ve mübadeleler ulus-devletlerin oluşmasında araçsal öneme sahip oldu. Sadece 20. yüzyılda, iki savaş sonrasında Avrupa’da milyonlarca insan yerinden edildi. Amerika da küresel askerî güç olarak yapıp ettikleri sonucunda kendi mülteci akınlarını oluşturdu. 1960’lar ve 1970’lerde Hindiçin’den, 1980’lerde Orta Amerika’dan göçler buna örnektir.

Emma Haddad’ın umutsuzca vurguladığı gibi; “Birbirinden ayrı devletler inşa eden ve içerideki ile dışarıdaki şeklinde keskin tanımlar oluşturan siyasi sınırlar var olduğu müddetçe mülteciler de var olacaktır.” Bu yüzden unutmayalım, mülteciler gelişigüzel kaçışan insanlar değiller. Bizzat devletler, siyasi otoriteler ve küresel güçler; yeni devletler kurarak, nüfus değişim anlaşmaları yaparak bazı insanların safra gibi bir yerlerden bir yerlere savrulmasını doğrudan hedefliyorlar.

Korku kültürü

Seyla Benhabib, Paris katliamı sonrası verdiği bir mülakatta ortaya çıkan yeni korku diline işaret ediyor. Mültecilerden bahsederken kullanılan ‘kitlesel göç’ ve ‘istila’ gibi terimler, Paris katliamı sonrasında daha da yaygınlaşan ‘terör’ dili, korku yaratıyor ve meseleyi soğukkanlı ve ahlaki bir noktadan değerlendirmemizi imkânsızlaştırıyor, diyor. Çünkü meseleyi ele alıp konuştuğumuz terimler bir takım siyasi yükler taşıyor. Korku tohumları ekmek, bereketli ticari ve siyasi mahsuller sağlıyor; bereketli hasadın çekiciliği siyasi veya ticari kazanç sağlamak isteyenlere yeni korku tarlaları açmaları için ilham veriyor.

Esasında korku siyasetinin temel bileşeni belirli bir grubun ya da grupların kriminalize edilmesidir. Çünkü günümüz risk toplumunda, diyor Ulrick Beck, bireylerin sistemden kaynaklanan çelişkilere, biyografik çözümler aramaları bekleniyor. Başarısızlığın, işsizliğin suçu toplumsal sistemde, siyasette, ekonomi-politikte aranmıyor artık. Kişi sistemsel çelişkilerle bireysel olarak başa çıkmaya zorlanıyor. Böyle bir gerilim ortamında küresel toplumun güvensiz bireyi, bütün güvensizlik sorunlarının sebebi olarak en yakınındaki yabancıyı hedef seçiyor. Göçmenler ve mülteciler bu yüzden yabancı düşmanlığının hedefi oluyor.

Özellikle kamplardaki mülteciler, potansiyel bir suçlu grubuna dâhil edilirler. Hırsızlar, saldırganlar, canlı bombalar buralardan çıkar bu genel kabulde. Köklerine kibrit suyu dökülse kimsenin gıkı çıkmaz. Çünkü onlar öldüklerinde yası tutulmayacak olanlar sınıfına dâhildirler. Judith Butler, Kırılgan Hayat’ta Guantanamo’dakilerin, Filistin kamplarında sıkışıp kalanların, Irak’ta bombalar altında can veren çocukların yasları tutulmadığı için insan sınıfına dâhil olamadıklarından bahseder. Egemen, kamusalı öyle bir tanzim eder ki bazı insanlar insan değildir, ölümleri ölüm, yaşamları yaşam sayılmaz.

İşte mülteciler, sığınmacılar bu manada küresel sistemin ve hukukun dışında her an güvenlik gerekçesiyle derdest edilebilecek bir güruhtur. G. Agamben’in ‘istisna hali’ kavramında somutlaştırdığı hukuk dışılık, yasanın ortadan kalkması durumu onlar için de geçerlidir.

 

Yer değiştirmek değil, yerini kaybetmek

Zorla yerinden edilme, adına ister iltica diyelim ister sığınma, isterse zorunlu göç, insanların hayatında geçici etkisi olan bir vaka olarak görülemez. Çok yönlü etkileri olan köklü ve derin bir altüst oluştur mültecilik. “Mülteciyi tanımlayan hususiyet gelmek değil, gidememektir.” Birinci aşamada yıkılan bir ev ve yurt vardır mülteci için. Geride bırakılan. İkinci aşama, sığınılan kıyıda bitimsiz bir bekleyiştir. Dünyada yüzbinlerce insan kamplarda doğup kamplarda ölüyor. Hiçbir yere ait olamadan… Geldikleri köken ülkelere ait değiller, vardıkları yere de ait değiller. Üçüncü ve en zor aşama ise yeni bir hayata başlamaktır.

İşte bu başlangıcı geciktiren, bazen imkânsızlaştıran bir durağanlığa sebebiyet verir kamplar. İnsani yardım ise adı üzerinde hayati ve insani bir işleve sahip olsa da yeni bir toplumsal yapı ve yeni bir düşünce rejiminin aracı olur. Devam eden yardımlar ikinci aşamadaki mülteciler için ne kadar elzemse, kontrolü daim kıldığından ve zaman zaman polisiye bir işleve sahip olduğundan, mültecilerin doğal entegrasyonunu geciktirdiği ya da bazen engellediği dikkate alınmalıdır. Mülteci, kendisini sığınmacı ve yardım talep eden olarak tanımlayan bir politikaya mahkûmdur bu sistemde. Yardıma ulaşma talebi, garip ve aşağılık bir ortam yaratır. Mülteci statüsü alabilmek için yalvardığı, doğruluğunu, masumluğunu ispatlamak zorunda olduğu bir durumdur bu. Böylece kurban figürüne bir de ‘suçlu’ figürü eklenir.

Esasında mültecilerin konakladığı bütün yerler bir kamp gibidir. Çünkü kendi ülkelerinin sınırları dışında mülteciler artık bir ‘olmayan-ülke’dedirler ve onları koruması altına alacak, onlar adına haklarını savunacak tanınan bir devlet otoritesi yoktur arkalarında. Sadece yer değiştirmemişler, yeryüzündeki yerlerini kaybetmişlerdir. Gittikleri yere ait olmadıkları gibi geldikleri yeri de kaybetmişlerdir. Kamplarsa mültecilerin toplumdan tecrit edilerek sürekli bekleyişe mahkûm edildikleri mekânlardır. Fransız antropolog Michael Agier mültecilerin göçüp gelerek sığındıkları toplumlara entegre olmaları gerektiğini savunur.

Mültecilerin hikâyelerini yeniden yazabilecekleri, hayatlarını o derin kesikten sonra yeniden inşa edebilecekleri bir ‘yer/vatan’a ihtiyaçları var. Eğer yeni şehirler olarak örgütlenen kamplar ve dahi kamp alanına dönüşen şehirler böyle bir ‘yer/vatan’ olacaksa, mültecileri sadece mağdurlar olarak değil, sesi olan insanlar, tarihi yazanlar ve aktörler olarak görmemiz gerekiyor.

Geri dönüş ihtimali yoksa eğer -ki çoğu zaman yoktur- bitimsiz bekleyişin diğer adı olan kampta, bir hayat ne kadar devam edebilir

Nazife Şişman

*Bu yazı Nihayet Dergi’nin 2016 Ocak tarihli 13. sayısında yayımlandı.

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir