Nazife Şişman

“GÖKYÜZÜ BİTERSE KUŞLAR NEREYE UÇAR?”

 

Fadiye Fakir, ödüllü Arap kadın yazarlardan. Dil ve edebiyatla hem akademik manada ilgili hem de bu konuda pek çok dile çevrilen İngilizce ürünler veriyor. Sükût Diyarının Gümüş Kadınları adını verdiği ve Arap kadınların yazma serüvenini anlatan derlemede, Bağdat diyarından, şarkılar ülkesinden bir kadın olarak tanıtıyor kendisini. Bu tanıtım bile bölgenin Birinci Dünya Savaşı esnasında Arabistanlı Lawrence diye bildiğimiz casusun hocası olan Gertrude Bell tarafından harita üzerinde cetvelle çizilen sınırlarının yapaylığını ortaya koyuyor. Zira Bağdat, sadece “Amerika tarafından Saddam’dan kurtarılan” Irak’ın yapay sınırları içinde kalmış klasik bir başkent değil, bizim toplumsal hafızamızda. Halid-i Bağdadî’ye ismini veren bu belde. Kerbela şehitleri de Bağdat diyarında medfun. Bu manada Bağdat, sadece haritadaki Bağdat’tan ibaret değil.

Amman doğumlu Fadiye Fakir’in kendisini Şehrazat’ın Binbir Gece Masalları’nı anlattığı bu masal ülkesine mensup hissetmesi, işte böyle bir tarihsel ve toplumsal hafızadan kaynaklanıyor. Bir Arap ülkesi denince zihinde uyanan çağdaş imajlar da bu bütünlüğü olumsuz manada da olsa destekler mahiyette. Arap ülkesi; yani kadınların söz hakkının olmadığı, baskıcı dinî uygulamalara sahip karanlıklar ve karalar ülkesi. On dokuzuncu yüzyıl oryantalist bakış açısını neredeyse haklılaştıran despotik rejimlerin hâkim olduğu ülkelerden biri onunkisi. Demokrasi/despotizm, özgürlük/baskı, kaşane/virane ikili karşıtlıklarından hep yokluk ve olumsuzlukla malül olanına mensup. Bu nedenle de despotizmden demokrasiye, baskıdan özgürlüğe, viraneden kaşaneye geçişi, aynı zamanda Doğu’dan Batı’ya, Asya’dan Avrupa’ya sadece zihinsel manada değil, coğrafi manada da bir göç şeklinde yaşayanlardan biri o da.

Fadiye Fakir, özgür bir dünya hayaliyle şarkılar ülkesi diye nitelediği Bağdat diyarını terk edenlerden. Genç Osmanlılar’ın Paris’inin, Londra ve Cenevre’sinin yerini, yirminci yüzyılın sonunda New York alır. Cemil Meriç’in, “Mehlika Sultan’a âşık” gençler olarak nitelediği Osmanlı aydınları çoktan tarihin tozlu sayfalarına yollanır. Ve fakat Müslüman toplumların aydınlarının “özgürlük’e kaçış”ı, pragmatik bir amaçla da çerçevelenip okyanusları aşar. Bu kez pervaneler gibi koştukları ‘medeniyet’ ışığı, kendilerini elindeki meşale ile limanda karşılayan özgürlük heykelinin ülkesidir. İnka ve Aztek uygarlıklarını yerle bir eden, Kızılderililere soykırıma benzer bir yok oluş yaşatan Avrupalı göçmenlerin, Afrika’dan getirdikleri ‘kara derililer’in emek ve kanları üzerine kurduğu medeniyetin ülkesi.

Fadiye, Saddam’dan ve kadına söz hakkı tanımayan baskıcı dinî uygulamalardan kurtulmak üzere göçmen bir kuş gibi “Özgür Dünya”ya kanat açar. Doğu’nun öyküsünü anlatan Şehrazat gibi görür kendini. Ama kendi toplumunda, kendi dilinde sesini duyuramadığındandır, İngilizce yazması binbir gece masallarını.

Yirminci yüzyılın filozofu, ‘dil varlığın evidir’ der. Fadiye, sadece evini, yurdunu değil, varlığını da değiştirdiğini fark etmez önceleri. Değil mi ki anlatılan aynı öyküdür, hangi dilde anlatıldığının önemi yoktur. Göçmen kayıt formunu teslim alan bir memurun ağzından “Bağdat’la kriket maçımız olsa, kimi tutardınız?” sorusuyla karşılaştığında keskinleşir, terk edilen vatanla arasına çekilen hat ve bir de özgürlüğünün sınırları.

Çöl Fırtınası harekâtı, göçmen kuşun, “gökyüzünün bittiği”ni hissettiği andır. Bağdat semalarından aşağıya bırakılan bombaları televizyon ekranından adeta bir şehrayin gibi izleyen vatandaşların özgür ülkesinde, göçmen kuş artık bir kafeste gibidir.

Bu kafesi Iraklılar kadar erken fark etmez diğer Müslüman ülke göçmenleri. Bunu fark etmeleri için 11 Eylül 2001’i yaşamaları gerekir. Özgür bir dünya adına kendi ülkelerini terk eden Iraklı, Suriyeli, Faslı, Pakistanlı, Türk kökenli, nereli olursa olsun, nüfus kâğıdında Müslüman yazan herkesi potansiyel terörist olarak fişler ABD. Oysa bunların çoğu kendi ülkelerinin baskıcı yönetimlerinden ümidi kestiği için ‘özgür ülke’ye sığınanlardan oluşmaktadır.

Soğuk savaş döneminde de demir perdeden özgürlük’e kaçanların mekânı olmuştur Amerika. Göçmenleri kendi kimlikleri, kültürleri ve birikimleriyle çoğulcu yapısına kattığı ve gücünü de buradan aldığı iddiasındadır. Görünürde bu iddia pek de boş sayılmaz. Liberallik ve kozmopolitliktir insanları bir arada tutmayı sağlayan zemin. O yüzdendir analizlerde bir karışımı sembolize eden “çorba kâsesi” (melting pot) metaforunun kullanılışı. Hatta Fukuyama, liberalizmin ve liberal kapitalizmin insanlığın gelip gelebileceği en son nokta olduğunu bile iddia eder. Bu manada tarihin sonu gelmiştir, ona göre.

Ama 11 Eylül’le birlikte Amerika’nın çoğulculuk ve liberallik politikasının sınırlarının hiç de sanıldığı kadar geniş olmadığı ortaya çıkar. Amerika; Meksikalıları, Portorikoluları, özellikle de Arap göçmenleri bu çorba içinde eritemediğini anlayınca herkesin bir tabakta, ama ayrı ayrı duracağı “salata tabağı” (salad bowl) metaforu kullanılmaya başlanır, siyasal ve toplumsal analizlerde. Özellikle 11 Eylül sonrasının gerilim atmosferinde Arapları, hatta neredeyse bütün esmer derilileri ve nüfus kâğıdında Müslüman yazanları potansiyel terörist gibi görmeye başlayan Amerikan politikası, resmi bir hüviyet kazanır. Yeni yasaya göre Kuzey Koreliler ve Müslüman ülke kökenli göçmenler, en yakın göçmen bürosuna gidip adeta tekmil vermelidirler. Bu uygulama sadece fişleme ile sınırlı kalmaz; fırsattan istifade pek çoğu gerekçesiz tutuklanır, akıbetlerinden haberdar edilmez yakınları. Diğer taraftan şahıslar ve kurumlar, “vatanseverlik yasası” ile muhbirlik yapmaya özendirilir. Yani kısacası terörü önlemek amacıyla terörize edilir göçmen halklar. Artık Amerika sadece kendi çıkarlarını ve kendi ‘öz vatandaşları’nı düşünen bir ulus devlet gibi hareket etmeye başlamıştır yeryüzünde. Oysa McCarty döneminde ABD’nin ‘öz vatandaşlar’ına da neler yapabileceği görülmüştür. Komunizm sempatizanlığı ve casusluk iddiasıyla pek çok sivil vatandaş kovuşturmaya tabi tutulmuştu o dönemde de.

Amerikan toplumunun ne kadar özgürlükçü olduğunu (daha doğrusu olmadığını), eşitlik iddiasının tersine ayrımcı olduğunu tartışmak değil burada hedeflenen. Zira tüm dünyaya karşı yeni bir vandalizm örneği sergileyen ABD’nin, kamuoyu oluşturma teknikleri, psikolojik savaş stratejilerini kendi halkı üzerinde de uygulayarak nasıl baskı oluşturduğu yolunda epeyce yazılıp çizildi. Burada vurgulanmak istenen husus şu:

Göçmen kuşlar, uçtukları yerin, duvarlarına gökyüzü resimleri yapıştırılmış bir kafes olduğunu fark ettiler önce. Kafes altındandı (dolardan desek daha mı isabetli olur?). Bülbül misali, “vatanım” diyenlerin sayısı azdı. Daha sonra gökyüzü resimleriyle kamuflaja da gerek duyulmaz oldu. Çıplak gözle görülür oldu parmaklıklar. Yani artık yanılsama sona erdi: Ne Amerika özgürlük kuşunun göğüydü ne de gökyüzü bitti.

Nazife Şişman

*Bu yazı Günün Kısa Tarihi kitabında yayımlandı. 

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir