Nazife Şişman

Teröristle Aramdaki Fark

Soğuk savaş zamanında Ruslar kendilerini çok öven Amerikalılara Moskova metrosunun dakikliği üzerinden bir ders vermek isterler. Ama bir iki dakika geciken metro yüzünden müstehzi dudak kıvrımlarıyla karşılaşırlar, ebedi rakiplerinin. Bunun altında kalmak istemeyen Rus yetkili, duruma başka bir karşılaşma üzerinden cevap bulmaya tevessül eder: ”Siz de Kızılderilileri katletmiştiniz ama!”

Charlie Hebdo dergisine yapılan saldırıyla birlikte (Paris, 7 Ocak 2015), geçen yıl BokoHaram adlı terörist örgüt bir okuldan yüzü aşkın kız öğrenciyi kaçırdığında kendimi içinde bulduğum halet-i ruhiyeye tekrar teslim olduğumu fark ettim. Bu yapılanların İslam’la alakası olmadığını anlatmak/ ispatlamak/ karşımdakini ikna etmek zorunda olmanın dayanılmaz ağırlığı çöktü üzerime.

Esasında bu yeni bir durum değil. Taliban Afgan kadınların hayatını kısıtlar, İŞİD başlı başına bir dijital terör örneği olan kafa kesme videolarını sürüme
sokar ya da mesela Nijerya’da
bir recm cezası verilir… İşte ne zaman böyle bir şey vuku bulsa, her seferinde bu uygulamalarla veya bu terör örgütleri ile arama

mesafe koymak için özel bir çaba içine girmem beklenir. Benden ve arkadaşlarımdan. Nilgün Cerrahoğlu’nun Habertürk televizyonunda Yıldız Ramazanoğlu’na Taliban üzerinden sorduğu soruyu unutmam mümkün değil: ”Teröristlerle aranıza nasıl mesafe koyuyorsunuz?”

Durum şu: Kimliğinde Müslüman yazan her hangi biri, uluslararası terminolojide kabul gördüğü şekliyle terör tanımı içine giren faaliyetlerde bulunuyor. Terörü hazırlayan/ haklılaştırmaya zemin oluşturan sosyo- ekonomik ve siyasal şartlar, küresel stratejiler, komplo teorileri vb. konularda konuşma ve eleştiri hakkımız elbette

baki. Lakin bu failler Müslüman oldukları için, ben ayrıca bir tavır göstermek, bir açıklama yapmak zorunda kalıyorum. Asla ve kat’a İslam’ın bu yapılanlarla bir ilgisi olamaz, diye savunuya geçmek zorundayım.  Bunları düşünürken çoktan unuttuğum bir sahneyi hatırladım. Boğaziçi hazırlıkta iken (1979-80) bir gün bir
grup kız arkadaşın meraklı sorularına muhatap olmuştum. Yan sınıftaki upuzun sakallı ve bol pantolonlu (şalvarlı?) sınıf arkadaşları, onların yüzüne bakmadığı gibi sorularını da cevaplandırmamış. İslam bunu mu emrediyordu? Sorunun muhatabı bendim şimdi. Takvasından mı, asosyalliğinden mi yoksa utangaçlığından mı böyle davranıyordu? Bilmiyorum. Peki bu davranışının açıklamasını neden ben yapmak zorundaydım? Çünkü okulun tek başörtülü öğrencisiydim ve dindarlığını görünür kılan herkesin her davranışının hesabı benden sorulabilirdi. Aidiyetler ve mensubiyetler üzerinden hesap vermenin en acı örneklerinden birini, kendisini Şehrazat’ın varisi olarak konumlandıran ve sözlerini anadilinde
olmasa da özgürce/İngilizce haykırabilmek için ABD’ye
iltica eden Iraklı bir yazardan duymuştum. Fadiye Fakir, Saddam’dan ve kadına söz hakkı tanımayan baskıcı uygulamalardan kurtulmak üzere göçmen bir kuş gibi ”Özgür Dünya”ya kanat açar, 90’ların başında. Göçmen
kayıt formunu teslim alan
bir memurun ağzından ”Bağdat’la kriket maçımız olsa, kimi tutardınız?” sorusuyla karşılaştığında keskinleşir, terk edilen vatanla arasına çekilen hat ve bir de özgürlüğünün sınandığı miyar.

Demokles’in kılıcı gibi sallanan bu miyarı, Iraklılar kadar erken fark etmez diğer Müslüman ülke göçmenleri. Bunu fark etmeleri için 11 Eylül 2001’i yaşamaları gerekir. Ya özgür bir dünya için ya ülkelerindeki savaş yangınından kaçarak ya da küresel dünyada seyyaliyet kazanan işgücüne katılmak üzere kendi ülkelerini terk eden Iraklı, Suriyeli, Faslı, Pakistanlı, Türkiye kökenli, nereli olursa olsun, nüfus kâğıdında Müslüman yazan herkesi potansiyel terörist olarak fişler ABD. Ardından Avrupa ülkeleri de bu örneği takip eder. Sadece göçmenler değildir, aidiyet sorgusunun muhatabı. Avrupa’da ve Amerika’da ”yabancılar”ın tanımı Iraklı, Türk, Pakistanlı gibi etnik mensubiyetten ”Müslüman”a evrilirken ”yerli” Müslümanlar da nasibini alır, şemsiyesiz yakalandıkları bu soru yağmurundan. Nitekim 11 Eylül sonrası Muhammed Ali Clay şöyle bir sorgulamanın

muhatabı olur: Bin Ladin ile aynı dine mensup olmak nasıl bir duygu? Muhammed Ali’nin cevabıysa bir başka soruda gizlidir: Hitler’le aynı dine mensup olmak nasıl bir duygu?

Zamanında gelmeyen metrodan Kızılderililer mi sorumlu?

Meşhur fıkradır. Soğuk savaş zamanında Ruslar kendilerini çok öven Amerikalılara Moskova metrosunun dakikliği üzerinden bir ders vermek isterler. Ama bir iki dakika geciken metro yüzünden müstehzi dudak kıvrımlarıyla karşılaşırlar, ebedi rakiplerinin. Bunun altında kalmak istemeyen Rus yetkili, duruma başka bir karşılaşma üzerinden cevap bulmaya tevessül eder: ”Siz de Kızılderilileri katletmiştiniz ama!”

Geçen ay bütün dünyada tepkilerle, protestolarla gündeme oturan Paris saldırısı ile ilgili durum, biraz da bu fıkraya benzetilerek ele alındı. Müslümanların, ”zamanında gelmeyen metronun”/ terörist saldırılara yol açan ”İslam yorumu”nun faturasını, Avrupa’nın sömürgeci geçmişine ve küresel komplo teorilerine atıfla temize çekmek istediğini söyleyenlerin sesi oldukça yüksek çıktı. Haklı oldukları yönler yok muydu? Elbette vardı. Kolaycı bir ”Batı oyunu” mazeretine, mağduriyet diline sığınıp ”Olmakta olan nedir?” sorusunu ihatalı ve derinlikli olarak ele almaya niyet etmeksizin ve zihin konforunu bozmaksızın ”İslam adına konuşanlar” da mevcut. Esasında İslam’ı temsilen bu minvalde konuşanlarla Müslümanları bir güruh olarak görenler ve onları apolejetik davranmakla suçlayanlar, uzak gibi görünseler de aynı noktada buluşuyorlar. Bu bakımdan her şey komplo diyenlerle bütün Müslümanlar suçlu diyenler aynı sığlıkla malül. Mesela medya devi Rupert Murdoch’un twitter hesabından verdiği hüküm cümlesine göre, bütün Müslümanlar sorumluydu bu vahşetten. Özellikle Müslüman olduğu dış görünüşünden belli olanlar (renkli derililer ve başı örtülüler) daha yüksek sesle kınamalıydı, kınamak onları
bu suçtan beraat ettirmeye yetmese de… Halbuki durum fıkradakinden çok farklı. Bir kere Avrupa’nın kibirlenip
caka satacağı ”metro”su
tıkır tıkır işliyor denemez. Çünkü bırakın geçmişin sömürgeci mirasını bugün de göçmenlerle, yabancılarla ilgili çok ciddi sorunlar yaşanıyor, Aydınlanmanın anavatanında. Diğer taraftan Müslümanlar yarışmada zaten yoklar. Çünkü ”metroları bombalanmış”,
hem de aydınlık getireceğini vadedenler tarafından. Ama yarışmada olmamaları/ metrolarının olmaması, Müslümanların ”yolcu” olmadıkları, yolcu adabına uygun davranmak zorunda olmadıkları anlamına da gelmiyor.

Her toplumsal ve siyasal olay çok boyutludur. Ama nedense ”İslami terör” tanımına sıkıştırılmaya çalışılan bütün toplumsal ve siyasal hareketler, sadece din faktörü ile açıklanabilir ve anlaşılabilirmiş gibi bir ön kabul var. Halbuki Charlie Hebdo’ya yapılan saldırıyı ya da Boco Haram gibi terörist eylemlerde bulunan toplumsal/ siyasal hareketleri, sadece faillerin Müslüman oluşları üzerinden anlamamız/ açıklamamız mümkün değil.

 

Siyasetin ve Ekonominin ”Peçe”si

Metaforlar ve temsiller zihnimizi hareketlendirmişken biraz da analiz yapalım. Her toplumsal ve siyasal olay çok boyutludur. Ama nedense ”İslami terör” tanımına sıkıştırılmaya çalışılan bütün toplumsal ve siyasal hareketler, sadece din faktörü ile açıklanabilir ve anlaşılabilirmiş gibi bir ön kabul var. Halbuki Charlie Hebdo’ya yapılan saldırıyı ya da Boco Haram gibi terörist eylemlerde bulunan toplumsal/ siyasal hareketleri, sadece faillerin Müslüman oluşları üzerinden anlamamız/ açıklamamız mümkün değil.

Peki neden böyle bir vurgu var?

Bu yaklaşım bir yönüyle oryantalist bakışın bakiyesi. Müslüman toplumlarda her şeyi belirleyen tek faktör dindir, şeklindeki toptancı yargı, sosyal bilimlerin ve medyanın yaklaşımını belirlemeye devam ediyor. Hele sıra siyasi/stratejik analizlere gelince, zaten ”problem” olarak görülen bütün tavır ve davranışların kökeninin ve belirleyici etkenin İslam olarak işaretlenmesi, neredeyse kaçınılmaz. Koskoca bir coğrafyanın ve tarihin bir tek faktörle açıklanması ne sosyolojinin ne tarih ilminin konusu olabilir, olsa olsa siyaset stratejisinin söylemine dahil edilebilir. Bu startejiyi Müslümanların kadın ve cinsellik anlayışlarıyla ilgili söylemler üzerinden tespit etmek mümkün. 19. yüzyılda Müslümanların harem hayatında kendini gösteren ”aşırı cinsellik”leri idi,

hedef tahtasına yatırılan. İslam dünyasının medenileştirilmesi/ sömürgeleştirilmesi sürecini, ”şiddet ve şehvet” üzerinden tanımlanması meşrulaştırdı. Yirminci yüzyılda, bu sefer de ”kapalılık” sebebiyle cinsellik sınavını kaybettikleri iddia edilerek yaylım ateşine tutuldular. Kadınların özgürleştirilmesi teması yön verdi siyasete. Yirmi birinci yüzyıl, iki savı da bir arada sürüme sokuyor: Kadınların kapalılığı üzerinden ”bastırılan cinsellik” ile küçük yaşta evlilikler üzerinden ”sapkın erkek cinselliği” bir arada sürümde. Nasıl oluyorsa bütün bu farklı uygulamaların tek sebebi de dinleri.

Bu baskın söylemin etkisi başka bütün toplumsal, ekonomik ve siyasi parametreleri görünmez
hale getiriyor. Böyle olunca Müslümanlar, aynen Rusların, metrolarının işlemeyişi gerçeğini Kızılderili katliamına dair suçlamayla savuşturmak istemelerine benzer bir kolaycı tepkiye savruluyorlar. Bütün olumsuzluklar, Batının sömürgeci geçmişine, bir takım küresel hesaplara ve komplolara ihale ediliveriyor. Kendimizle yüzleşmekten kaçma yolu bulmuş oluyoruz böylece.

Diğer taraftan aynı kaçış (bu esasında gönüllü ve hesaplı bir kaçış), Batı ve Avrupa
diye tanımlayabileceğimiz kamuoyu için de geçerli. 11 Eylül 2001 yılında on yaşında olan bir çocuğun Paris’in banliyölerinde, Berlin’de Kruesberg’de, Newyork’ta sıfır noktasında, mülteci, göçmen, yabancı sıfatıyla ve terörist yaftası altında yaşadıkları görünmez oluyor, böyle bir suçlamayla birlikte. ”İslam kadınları eziyor” dendiği andan itibaren, göçmenlerin demografik baskısının sebep olduğu bütün yabancı düşmanlıkları görünmez oluyor. Ekonomik ve siyasal bir mesele, kültürel bir görüntünün, bir ”peçe”nin ardına gizliyor kendini.

Avrupa ve Amerika’nın büyük kentlerindeki göçmenler
ve yabancı işçilerle ilgili çelişkisi, Saskia Sassen’in isabetli tespitiyle bir cephe problemidir esasında. Avrupalılar dünyanın dört bir tarafında kirli işlerini yapan yerleşimcilerle ilgili olumlu çağrışımlara sahiplerdi. Ama bugün insan hakları, kültürel haklar, eşit vatandaşlık gibi uygulamalar, ‘cephe’nin buharlaşmasına neden oluyor. Cephe artık Paris’te, Londra’da, New York’ta.

Batı toplumlarında gün geçtikçe merkezi başka
yerde bulunan, bir ”diaspora” yaşamı süren üyelerin sayısı artıyor. Ve bugüne kadar geçerli olan ”Biz işleri burada böyle yürütüyoruz” şeklindeki tek yönlü çözüm de artık tartışmaya açılıyor. PEGİDA gibi ırkçı eğilimler de göçmen politikalarında atılan geri adımlar da bu yeni durum ile eski alışkanlıklar arasındaki gerilimden kaynaklanıyor. Batı toplumlarının zorluğu aşması için hem göçün tek taraflı sorumluluk olmadığını hem de göçmenlerin ve mültecilerin eşit insani haklara sahip olduğunu kabul etmesi gerekiyor.

Diğer taraftan Müslümanların yaşadığı coğrafya küresel hesaplaşmaların sahası, evet. Ama bütün meseleleri küresel sisteme, bir takım komplolara havale ederek, psikolojik savunma sistemimizi aşırı kullanarak, yansıtma yaparak işin içinden sıyrılamayız/ üstesinden gelemeyiz. Büyük siyasi oyunlar var. Altında ezildiğimiz, kelimelerimizi içimize hapseden büyük anlatılar var. Küresel sistemin acımasız çarkları kemiklerimizi çatırdatıyor. Amenna. Ama tüm bunlara rağmen, gözünü ufka

dikip ayağının dibindeki çukura yuvarlanan kimse gibi olmamak için, nasıl
bir taşı yoldan alıp kenara koyarak mümin oluyorsak, bir gün geleceğine inanılan güzel yarınların, medeniyet

ihyalarının, hedeflenen siyasi dönüşümlerin mazeretine sığınmadan, ”iyi”yi, ”güzel”i ve ”doğru”yu, şimdi ve burada, bizzat hayata aktarmalı, kendimize dahil etmeliyiz.

Nazife Şişman

*Bu yazı Nihayet Dergi’nin Şubat 2015 tarihli 2. sayısında yayımlandı.

 

 

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir