Nazife Şişman

ŞEYTAN AVM’NİN NERESİNDE? 

 

Alış veriş her zaman için bir sorun, bir yük oldu benim için. Bu yüzden çocuklarım büyüyüp kendi alışverişlerini yapsalar diye bekledim yıllarca. Bu kısmen gerçekleşti. Ama sadece bu işleri yapacak bir asistan tutmak gibi bizim sınıfımızdakiler için hem madden hem de görgü gereği pek mümkün olmayacak hayallere kapılacak kadar daraldığım da oldu. Becerikli dostlarım olmasa, onlar zamanlarını ve tecrübelerini benimle paylaşmasalar, hayatımı sürdürecek, ihtiyaçlarımı karşılayacak eşyayı temin noktasında her halde çok zorlanırdım.

En kötüsü de, gözlerim yanmaya, başım ağrımaya başladığından, içinde bir saatten fazla kalamadığım AVM’lerin standartlarına mahkum olmanın dayanılmaz ağırlığıyla yaşamak zorunda kalırdım. Çok şükür, bana Mısır Çarşı’sında, İstanbul’un çeşitli semt pazarlarında, bir semtin kuytusundaki bir dükkanda, bazen yerli bir üretim, bazen uluslararası bir marka da olsa, ‘vitrini deposundan büyük’ olmayan bir sunumla satılan mallara ulaşmamda mihmandarlık eden dostlarım var.

Yakınlarda, yeni ev kuracak gençler için mutfak eşyası almak üzere Mercan yokuşundaki “toptan fiyatına parakende”ci züccaciye mağazalarına gittim, yine böyle bir dostun mihmandarlığında. Halbuki pek çok vesileyle pazarlama tekniği olarak kullanıldığı herkesin malumu olan “yüzde elli indirim” vardı, markalaşmış büyük mağazaların hemen hepsinde. Bu indirimi öne süren ve moda markaları ardı ardına sayan tanıdıklarım değil de, tahminen zaman kaybını göze alamayacağımı düşündüğü için “ben sizi bir AVM’den alırsınız ihtiyaçlarınızı sanmıştım” diyen, yazılarımı okuyan bir muhatabım düşündürdü daha ziyade. Böyle yapıyor olsam, yazdıklarımla yaşadıklarım arasında bir irtibat kurabilir miydim? Böyle bir irtibat arayışının tamamen tedavülden kalktığı anlamına mı geliyordu bu beklenti? Bilemedim.

Rakamların ve reklamların cazibesine kapılsam ve bir sürü emek verip araştırmak yerine bir markanın güvencesine teslim olsam, belki daha az zaman harcayacaktım. Bütün indirim cıngıllarına rağmen daha az para harcamış olmayacaktım lakin. Üstüne üstlük, yazar kasadaki anlamsız bakışlı, yüzüne bir halkla ilişkiler gülümsemesi iliştirmiş tezgahtar olacaktı muhatabım. Halbuki bana “abla” diyen, tatlı tatlı pazarlık yapan, yeni kurulacak eve, hayır dualarının yanı sıra yaptığı indirimlerle de katkıda bulunan esnaflar oldu muhatabım. Ama AVM’den alış veriş yapan bir imajım olduğu düşüncesi de uzun süre meşgul etti zihnimi.

Bazen her şey üst üste gelir. Ya da bize öyle gelir. Yıllardır tanıdığım triko atölyesi sahibi bir hanımdan üzücü bir haber aldım. Atölyeyi kapatıyormuş. Gerekçesi, yıllardır müşterisi olan zengin hanımların jipleriyle sokak arasına girmeleri gerektiğinden bu küçük dükkana gelirken artık mırın kırın etmeye başlamaları. Bir AVM’nin içinde açtıkları mağazayla sürdürecekmiş ailenin gençleri aynı işi. “Adres verirken telefonda sağa dön, sola dön demekten yoruluyorum, müşteri zorlanıyor, sokağın döküntüsünden utanıyorum. Ama falanca AVM’de deyince kolayca halloluyor adres işi. Alanlar da nerden aldınız sorusuna, daha kolay cevap veriyor her halde.” Böyle diyor yılların trikocusu, piyasaya teslim olmuş bir ses tonuyla.

Bir esnaf olarak iletişiminden çok memnun olmasam da üzülüyorum. Çünkü bir sayfa kapanıyor. “Küçük bakkal markete karşı” şeklinde pejoratif bir ifadeye mahkum ederek görünmezleştirdiğimiz bir dönüşüm gerçekleşiyor. İnci triko kapanırken kadim bir ticari ahlakı, yüz yüze insan ilişkilerini, bir malın üretim sürecine muttali oluşun müşteriye kazandırdıklarını, velhasıl pek çok şeyi beraberinde götürüyor.

Küçük esnafa ağıt ve nostaljik bir hayıflanma düzeyinde algılanmasını istemem bu söylediklerimin. Ama küreselleşen piyasanın marka ve AVM dayatması sadece üretici/satıcı için değil, tüketici için de geçerli. Baskı deyince sadece dış etkenler düşünülmesin, kişinin kendini zorunlu hissettiği kriterler ve başka tür bir yaşam ve tüketim standardının baskısı da bu tespite dahil. Tek kat asansörle AVM’ye inme hayali kuran müşteri profili nadir değil. Her şeyin ayağının altında olmasını talep eden, hiç emek sarf etmeden, risk almadan, marka garantisine talip olan bir alış veriş tarzı hakim artık. Ulaşımda zaman harcamamak, kafanın salim olması, standart bir ürün ve muameleyle karşılaşmak vb. gerekçeleri var elbette büyük alış veriş merkezlerine talebin.

Ama asıl etken başka gibi görünüyor bana. Markanın güvencesi, kalite riskinden kurtarıyor müşteriyi. Falanca marka bir kıyafete, ‘yakışmamış’ demeyi göze alamıyor kimse. Yani herkese farklılık vadeden yeni tüketim kültürü aslında herkesi belli bir markanın kardeşliğine davet ediyor. Dayanışma bunun üzerinden yürüyor.

Yıllar önce George Ritzer Toplumun Mcdonaldlaşması adlı kitabında işaret etmişti standart üretimin modern toplumu kuran en temel nitelik olduğuna. Standartlar elbette önemli. Orta çağ Avrupa’sında da Osmanlının klasik döneminde de loncaların belli bir üretim standardını, belli bir kaliteyle birlikte korumaya çalıştıklarını biliyoruz. Hatta “pabucu dama atılmak” tabirinin ayakkabıcının belirlenen kriterlere ve kaliteye uygun üretim yapmadığını ilan için ve aynı zamanda ceza maksadına matuf bir uygulamadan kalma olduğunu pek çoğumuz hayretle öğrenmişizdir.

Bu tür kontrol sistemlerinin olmadığı günümüzdeyse markaların garanti ve güvencelerine talip olmak elbette anlaşılabilir bir durum. Sadece ürünlerin değil, fikirlerin ve şahısların bile marka değerinden bahsediliyor artık. Bu yüzden bu standartlaşmanın bizi götüreceği yerin sadece “denetlenebilir ürün kalitesi”, “müşteri şikayetine duyarlılık” gibi ekonomik alanla sınırlı kalmadığını idrak etmemiz gerek. Yapış-eyleyiş-yaşayış tarzımız da bu standartlaşmaya tabi hale geliyor.

Aşık Dertli, eşya karşısında asıl belirleyici olanın insan olduğu bir ortamda, sazına bühtan edenlere “Abdest alsan aldın demez/ namaz kılsan kıldın demez/ kadı gibi haram yemez/ şeytan bunun neresinde?” diye sorabilmişti. Halbuki biz artık eşyanın üzerimizde tahakküm kurduğu bir ortamdayız. Ve “insan bunun neresinde?” diye sormamızı gerektiren bir mekanizmaya mahkumiyet yolunda ilerliyoruz.

Nazife Şişman 

*Bu yazı Nihayet Dergi’nin Ocak 2015 tarihli 1. sayısında yayımlandı

2 comments

  1. Küçük esnaf mahalle dokusunda anlamlıdır. Mahalle dokusunu yok etmeye ant içmiş bir görüntü sergileyen zihniyete anlatmadıktan sonra, buyakınmalar küçük esnafa ağıt okumanın ötesine geçmez.

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir