Nazife Şişman

Nazife Şişman ile ‘Dijital Çağda Müslüman Kalmak’ Üzerine Konuştuk

Dünya Bizim, 5 Ocak 2017

Nazife Şişman, kendi adıma 3-4 yıldır merakla beklediğim, bir kısmını önceden okuma imkânı bulduğum yazılarını nihayet kitaplaştırdı. “Dijital Çağda Müslüman Kalmak” başlıklı kitap, 3 ana bölümden oluşuyor: “Bildiğimiz Kitabın Sonu”, “Dijital Çağda Gören Kim, Görünen Kim?”, “Teknoloji’nin İnşa Ettiği Yeni Kültür”.

Birbiriyle irtibatlı ama konuya farklı noktalardan yaklaşan makalelerden oluşan kitapta daha çok ilgimi çeken ise, “Bildiğimiz Kitabın Sonu” ve “Teknolojinin İnşa Ettiği Yeni Kültür” başlıklı bölümlerde yer alan yazılar oldu.

Bazılarının ilk versiyonlarını gazetede (internette tabi ki) okuduğumda, itina ile yazdırıp dosyalayıp evde sakladığım bu yazıların da içinde yer aldığı kitap ve içerdiği konular üzerinden Nazife Şişman ile bir söyleşi gerçekleştirdik.

“Bildiğimiz Kitabın Sonu” bölümünde yer alan yazılar çok geniş bir alanı kapsıyor. Ben öncelikle bildiğimiz kitaptan başlamak istiyorum; bildiğimiz matbu kitap hakkında ne söyleyebiliriz? McLuhan’ın “Gutenberg Galaksisi” dediği galakside insanlar nasıl düşünür, yazar, okur?

Bizim “bildiğimiz kitap” matbu kitapla sınırlı değil, takdir edersin ki. Biz kitap deyince Kur’an-ı Kerim’i anlayan ve bu yüzden de yerde üzeri yazılı bir kağıt parçası görse öpüp başına koyan bir kültürden geliyoruz. Daha doğrusu bizden önceki kuşaklar böyleydi ve okumuş çocuklar/cahil halk gerilimi bu bakımdan epistemolojik bir gerilimdi aynı zamanda. Bu uzun bir konu.

“Bildiğimiz kitap” derken kastettiğim, Gutenberg Galaksisi’nin, yani metnin iki kapak arasına yerleştirildikten sonra basılarak çoğaltıldığı bir evrenin kitabı. Matbu kitap Batı’da yeni bir bilgi organizasyonunu beraberinde getirdi. Ortaçağda Avrupalılar’a ancak Kilise aracılığı ile bilgiye ulaşabilecekleri söyleniyordu. Matbaanın icadıyla birlikte bu tekel kırıldı ve bilgi demokratikleşti. Reform da bu kanalla ivme kazandı ve herkes İncil’ini kendi anadilinde okuyabilmeye başladı. Roma’nın siyasi hâkimiyeti ile birlikte kilisenin bilişsel hâkimiyeti de güç kaybetti.

Yani bilgi sekülerleşti.

Evet, bilgi sekülerleşti, ama iktidar aracı olmaya modern devletler elinde devam etti. Artık devletin sansüründen geçebilen bilgi tedavüldeydi. 19. ve 20. yüzyıllarda liberalizmin yükselişi ise durumu biraz özgürleştirse de bilgiye ulaşmak bir grup seçkin uzman dolayımından gerçekleşmeye devam etti. Bu arada kapitalist ekonominin her şeyi alınıp satılacak bir nesneye indirgeme sürecinden bilgiyi ulaştıran araçlar da etkilendi. Telif hakları, fikir ürünleri gibi hukuki düzenlemeler, bilgiyi kapitalist sistemin alınıp satılan metaları arasına kattı. Yani bilginin taşıyıcısı rahipler değildi artık; üniversiteler, aydınlar, uzmanlar ve matbaalarda basılan kitaplardı. Bu aynı zamanda otoritenin değişmesi anlamına da geliyordu. Kilisenin bilgi üzerindeki otoritesini sarsan, ansiklopedinin, aydının ve üniversitenin bilginin kaynağı olduğu bir sisteme geçiş, “bildiğimiz kitabın” mihmandarlığında bilginin organizasyonunu değiştirerek modernliğin temelini oluşturdu.

Matbaayı bilginin herkese yayılması noktasında önemli bir aşama olarak gösteriyorsunuz. Benzer bir durum bugün de yaşanıyor. “Bilginin demokratikleşmesi”ni İslam Dünyası da yaşadı mı?  Nasıl yaşadı? Bugün nasıl yaşıyor?

İslam tarihinde bilgi, iktidar ve kitap ilişkisini bir röportaj sorusunun cevabı olarak “zip”leyip sunmam takdir edersin ki mümkün değil. Ama en azından şu hususu vurgulayabilirim. Kitap, Kur’an’ın konumuna nispet edildiği için tartışılmaz bir yere sahip olmasına rağmen hiç bir zaman müderrisin yerini almamıştır. Kur’an gökten zembille inmemiş, Müslümanlar Kur’an’ı da “yürüyen Kur’an” diye tavsif edilen Hz. Peygamber’in rehberliğinde öğrenmişlerdir. Devam eden silsilede de insan, yani âlim/arif her zaman merkezîliğini korumuştur. Müslüman âlimler, tek meşru bilginin icazet verilmiş bilgi ve icazet verilmiş bilginin de silsileye dayalı olması gerektiğine karar vermişlerdir. Fakat bu sistem, ruhban sınıfı olmadığı için hiç bir zaman kilisedeki gibi bir tekelleşmeye yol açmamıştır. Ehliyet ve icazet, uzmanlığı belirleyen ana unsurlar olmuş, avam ve havas ayrımı da beşeri özelliklerden ziyade bu unsurlara dayandırılmıştır. Bunun yanı sıra halkın tecrübî bilgisi “örf” kavramıyla fıkıhta kendisine yer bulmuş; “sağduyu”, “kocakarı imanı” gibi kavramlaştırmalar da bilginin deruni ve sezgisel boyutunun göz ardı edilmemesini sağlamıştır.

Bu nedenle bilginin demokratikleşmesi meselesinde İslam dünyasını Avrupa’dan farklılaştıran hususlar dikkate alınmalıdır. Yine bu çok uzun ve derinlikli ele alınması gereken bir konu deyip bugüne geleyim. Şunu unutmamalıyız: Bilginin sekülerleşmesi ve malumata evrilme süreci, tarihte belli bir noktadan itibaren tüm dünya için ortak bir tecrübeye dönüştü. Açık uçlu ve hiper metin ile karşı karşıyayız bugün internette. Kişisel duygu, düşünce ve tecrübelerin paylaşıldığı bir blogdan, “dini” denilen bir siteden, YouTube’da vaaz yayınlayan bir hocadan, Wikipedi’de yer alan bir maddeden öğrenilen bir bilgi için eskilerin gönül rahatlığı içinde söylediği “Kitap’ta yeri var” cümlesini kurabilir miyiz? Yeni vasatı bu açıdan da tasvir ve tahlil etmemiz gerekiyor.

Şu alıntı çok dikkat çekiciydi: “-Sen beni bilgili, çok okumuş bir adam mı sanıyorsun? -Tabii ki, dedi Zi-gong, öyle değil misin? -Pek sayılmaz, dedi Konfüçyüs, ben yalnızca başka her şeyi birbirine bağlayan bir ipi tuttum.” Biz bugün, elimizde her şeyi birbirine bağlayan ipleri kaptırdık diyebilir miyiz? 

Bugünün dünyasında en önemli sorun bütünlüklü bir kavrayışı imkânsızlaştıran parçalanma. İnsanların kendi yaşam hikâyelerini insanlık hikâyesine bağlayabilmelerini, geçmişten bugüne bir zincirle devamlı bir hikâyenin parçası olabilmelerini mümkün kılacak büyük anlatılar tedavülden kalktı. Malumat dersen mebzul miktarda. Konfüçyüs’ün metaforunu biraz değiştirerek kullanacak olursak, dağılmış tespih taneleri gibi çuvallarca dolusu bilgi/malumat elimizin altında. Allame Google sağ olsun. Fakat onları anlamlı bir bütün haline getirip dizecek ipimiz ve ona bir anlam bahşedecek paradigmanın merkezini oluşturacak bir imamemiz yok. Daha doğrusu yeni bilgi teknolojileri böyle bir dağınıklığı, dünyayı bütünlüklü bir şekilde idrak etmemizi imkânsızlaştıran parçalılığı besliyor.

Teknik kendi ideolojisini getiriyor mu gerçekten? Medya mesajı ve Medya aracı arasındaki ilişki nedir? Bunlardan çok daha önemlisi, bugün sizce insanlar bu sorular ve en temelde “Batının tekniğini alıp ahlakını almamak” konusunda ne düşünüyor? Bu düşünceleri hangi problemlere kapı aralıyor?

Teknik ve ideoloji meselesi çok derin bir mesele. Daha lisedeyken bir arkadaşımla tartıştığımızı hatırlıyorum. “Bizim ibriklerimiz ince ağızlı ve yavaş yavaş su dökerek temizleniriz, abdest alırız; oysa Avrupalıların ibrikleri geniş ağızlıdır, bir leğene boca edilen suda yıkarlar el ve yüzlerini.” Böyle bir örnek üzerinden, kullanılan araç ve temizlik anlayışı arasında, yani araç ve kültür arasında bir bağ olduğunu ispat etmeye çalışmıştım. Üniversitede de gündemimdeydi konu. Felsefi arka plandan yoksun da olsa, “bulaşık makinesi yedekte fazla kap kacağı gerektireceğinden eşya kullanımını ve tüketimi doğrudan etkiler” diye münazaraya dönüşen tartışmalar yaptığımızı hatırlıyorum.

Elbette araç bizim hayatı yaşayış tarzımızı etkiler, ama belirleyicilik konusunda o kadar keskin düşünmüyorum. McLuhan’ın iletişim dünyası için söylediği “medya mesajdır” sözü bugün fazla determinist bulunuyor. Ama insanla araç arasındaki ilişki kadim bir ilişki olmasına rağmen bugün tekno-kapitalizm, insan faktörünü devre dışı bırakan bir yapı. Bu yüzden de icat edilen bir aletin kullanılmaması gibi bir seçenek saçmalık düzeyinde algılanabiliyor ancak… İçinde yaşadığımız dönemi tahlil etmemizi zorlaştıran husus bu.

Söyleşinin tamamı için tıklayın

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir