Nazife Şişman

“Müslüman kadın hikâyesi”ni pazarlamak

 

Pierre Loti’nin üç Müslüman kadın kahramanı konu alan Bezgin Kadınlar diye bir roman yazıp, kahramanlarının gerçek kişiler olduğu bilgisini bir tanıtım stratejisi olarak kullanmasından yaklaşık yüzyıl sonra, bezgin değilse de “ezilen” diye nitelenen kadınların bizzat kendilerinin kaleme aldığı otobiyografi ve anılar, Batı yayın piyasasında çok satanlar arasına girmeyi başardı. 11 Eylül’den sonra Orta Doğu kökenli Amerikalı kadınların otobiyografi ve anı türünde yazdığı yazılarda neredeyse bir patlama oldu.

Kapağında çoğunlukla peçeli bir kadın görseli kullanılan, “gerçek, otantik, yaşanmış…” gibi sıfatlarla sunulan, sansasyonel anlatılar barındıran kitaplardı bunlar. 11 Eylül, Arapların, Müslümanların medyada çok sık yer almalarına sebep olduğu için kamuoyunda bir merak uyandırmış; bu merakı keşfeden yayınevleri, editörler ve yazarlar ortak bir noktada buluşmuştu. Her ne kadar otantiklik, sahihlik gibi iddialara sahip olsalar da editörlerin yönlendirmesi, yayınevinin hedefleri ve piyasanın talepleri bu hikâyelerin kurgusunu şekillendiren en önemli unsurlardır.

 

 

 

 

 

 

Mesela Ürdünlü bir Hıristiyan olan Norma Khouri, ailesi tarafından yasak aşkı sebebiyle öldürülen Müslüman bir arkadaşının Ürdün’de geçen gerçek hikâyesini anlatır, çok satan anı kitabı Forbidden Love’da. Ama kitap yayınlandıktan iki yıl sonra 2004’de Sydney Morning Herald muhabiri Malcolm Knox, anlatılan hikâyenin tamamen uydurma olduğunu ortaya koyar. Çünkü Khouri, üç yaşındayken Ürdün’den ayrılmış ve 1973-2000 yılları arasında Şikago’da yaşamıştır. Yani arkadaşının o Doğu’ya has katledilişinin şahidi olduğunu iddia ettiği Ürdün’de yaşamamıştır bile. Zaten bu yüzden romandaki bilgiler çoğunlukla yanlıştır. Anılarında anlattığından tamamen farklı bir hayatı vardır.

 

 

 

 

 

 

Bu gerçek ortaya çıkınca yayınevi kitabın yayınını durdurur. Ama kapağında gözlerini meydanda bırakacak şekilde siyah peçesini yüzüne kapatmış bir kız fotoğrafı olan kitap yine çok satmaya devam eder. Çünkü sadece türü, anıdan otobiyografik romana dönüşmüştür. Pek çok televizyon programında, düzenlenen konferans tarzı toplantılarda uydurma anılarını anlatmaya devam eder Khouri. Hatta yalanın ortaya çıkış hikâyesini, yazarın savunmasını, okuyucu tepkilerini, Ürdünlü feministlerin karşı çıkışlarını konu alan bir belgesel çekilir. Bizzat Khouri de rol alır belgeselde.

Yazarın böyle bir öykü uydurmasındaki “yaratıcılık” kadar, izleyici/okuyucunun bunu satın alma isteği de önemlidir. Khouri piyasanın taleplerini ve 11 Eylül sonrası atmosferi çok iyi değerlendirmiştir. “Zavallı” arkadaşının hayatını anlattığını iddia etmesine rağmen aslında Batı’nın Doğu hakkında “şaşırtıcı” bilgiler edinme talebini karşılamış, 11 Eylül sonrası çok konuşulmaya başlanan Arapların, Müslümanların dünyasını anlamak isteyen Amerikalı okuyucuya beklediği türden hikâyeler anlatmıştır.

Anlatılan hikâyenin yalan çıkması deyince tabii ki çok az kimse Ayaan Hırsi Ali kadar cesur olabilir. Zorla evlendirilmemek için Somali’den kaçış hikâyesinin mihmandarlığında Hollanda’da meclis üyeliğine kadar yükseldiği kariyerine, anlattıklarının yalan olduğu ortaya çıktıktan sonra ABD’deki think-tank kuruluşlarında devam eder Hırsi Ali.

Bu türde yayınlanan bütün eserler uydurma olaylara dayanıyor değildir elbette. Ama hikâyelerdeki mübalağa dozunun artırıldığı konusunda şüphe yoktur. Müşteri, yani özelde Amerikalı, genelde Batılı okuyucu, “egzotik” Doğu’ya dair daha önceki oryantalist mecazların bir benzerini talep etmektedir. Hem de bunları eskiden olduğu gibi seyyahların, oryantalistlerin dilinden değil, bizzat yerli, otantik ağızlardan dinlemek istemektedir. Bu istek, Orta Doğulu kadınların anı, otobiyografi ya da otobiyografik roman türlerindeki eserlerinde anlatılan hikâyelerin sansasyon ve ajitasyon dozunun artırılmasında önemli bir rol oynar.

“Namus cinayeti”nden kaçıp kurtulan bir genç kızın kendi dilinden gerçek hikâyesi diye pazarlanan Souad’ın Burned Alive adlı kitabı, Khouri’ninkinden daha etkileyici ve sansasyoneldir, çünkü ölümden kaçıp kurtulan kahramanın kendisidir yazar. Batı Şeria’da komşusuna aşık olup evlenme vaadine kanan ve hamile kalan bir genç kızın, ailesi tarafından öldürülmemek için Amerika’ya kaçış hikâyesini kimin yazdığı tam belli değildir. Fransızcası için ayrı (2003), İngilizcesi için ayrı (2004) ortak yazarı vardır kitabın ve otobiyografik anlatısı çelişkilerle doludur.

Edebî değeri olmayan, popüler çok satan kitaplar yazan bu yazarların “başarısı”, bir taraftan otantik bir yerli tarafından anlatılmasına, yani sahicilik iddiasına diğer taraftan Doğulu Müslüman kadını Batı’nın beklediği şekilde paketleyip sunmalarına dayanmaktadır. Bu “başarı”nın bir de stratejik işlevi vardır. 11 Eylül sonrasında Müslüman toplumlarda kadınların ezildiklerini, baskıya maruz kaldıklarını, eğitimlerinin engellendiğini, namus cinayetine kurban gittiklerini abartılı bir şekilde anlatan bu anı kitapları, Batılı emperyal güçlerin demokrasi götürmek, özgürleştirmek gibi gerekçelerle Afganistan ve Irak’a müdahalesini meşrulaştıran bir işlev görmektedir. Zira otobiyografik sahihlik iddiasındaki Orta Doğulu kadın yazarlar kendilerini kurtarılması gereken “kurbanlar” olarak sunarlar. Ama dünyanın batı ve kuzeyindeki izleyici kitlesinin de Müslümanların sözde ilkelliklerine dair tekrar be tekrar tedavüle sokulan kalıp yargılara inanmaya hazır olduğu da unutulmamalı. Bu oryantalist mecazlar, ne kadar teatral sergilenirse o kadar alıcı bulur.

Batılı okuyucunun bu beklentisine nasıl karşılık verildiğini, en çok kitap kapakları ele verir. Batılıların ezilmiş Doğulu kadınla ilgili egzotik bilgi taleplerini karşılamak üzere yayınlanan kitapların ortak özelliği, peçeli, gözleri makyajla belirginleştirilerek şuh bir eda verilmiş kapak görselleridir. Müslüman kadınlarla ilgili akademik kitapların kapaklarında bile –hatta içeriğinde Müslüman kadınların homojen bir algıya hapsedilmesini eleştiren metinler yer alsa da– Batılı okuyucunun seçici algısına hitap etme kaygısıyla kalıplaşmış bir “peçeli Müslüman kadın” görseli kullanıldığı görülür. (Mesela, Lila Abu-Lughod’un Princeton Üniversitesi tarafından yayınlanan Remaking Women adlı edisyon kitabı).

Pierre Loti yüzleri peçeli üç kadın kahramanı ile birlikte çektirdiği fotoğrafı kullanıyordu, gerçekle kurguyu iç içe geçirip çarpıttığı kitabının tanıtımı için. Yüz yıldır pek bir şey değişmemişe benziyor. Oryantalist mecazların sürekliliğini ele verecek şekilde, kurban ile tehdit imajlarının iç içe geçtiği “Müslüman kadın hikâyesi”, küresel piyasada alıcı bulmaya devam ediyor.

Amerika’da bir “Türk Kızı”

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Bundan yaklaşık yüz önce Amerika’ya giden Namık Kemal’in torunu da “kaçış” öyküsünü anlattığında dinleyecek kulaklar bulmuştu. Hindistanlı Trinh T. Minh-ha’nın dediği gibi, “Sanki biz (Batılı olmayan kadınlar) her gittiğimiz yerde, Biri’nin özel hayvanat bahçesi hâline geliyoruz.”

Namık Kemal’in torunu Selma Ekrem, 1930’larda kürsü kürsü gezip, “Bir Türk Kızının Anıları”nı anlattı. İngilizce kaleme aldığı bir de kitap yayınladı: Unveiled (Türkçe trc: Peçeye İsyan). Tanınan bir şahsın torunu olmasa ve oryantalizmin ezilen kadın imgesini pekiştiren bir anlatı ile piyasaya çıkmasa, pek kimsenin dikkatini çekmeyecek bir kitap… Nitekim ancak 1998’de Türkçeye tercüme edilip yayınlandı.

Bir otobiyografi olmaktan ziyade Amerikan sahnesi için yazılmış bir gösteri olarak yorumlayabileceğimiz Selma Ekrem’in Unveiled’i her ne kadar yazarının anılarını içerse de bütünlüklü bir otobiyografi değil, 21 yaşına kadarki dönemi kapsıyor. Zaten yazarın amacının da bu olmadığı görülüyor. Unveiled, Amerikan okuyucusuna hitap edecek şekilde, yıkılmakta olan bir imparatorluğun hikâyesini, oryantalizmin “kadınların ezilmesi” temasını kullanarak ve Batılı okuyucunun yabancısı olmadığı bir anlatı ile sunuyor.

Metinde geçen olayların anlatılışındaki bakış açısına “self-oryantalizm” demek mümkündür. Self-oryantalizm, yani Edward Said’in Oryantalizm adlı paradigmatik eserinde çerçevesini çizdiği ve o günden bu yana üzerinde çok yorumlar yapılan “Doğu’yu Doğululaştıran” kültürel temsillerin, bizzat Doğulular tarafından içselleştirilmiş olması… İşte bu içselleştirme sebebiyle Selma Ekrem de kendi hayat hikâyesini anlatırken bir Amerikalının neyi merak edeceğini, Doğulu/Müslüman bir kadın dendiğinde nelerin vurgulanmasını isteyeceğini, nelere şaşıracağını hesap ederek anlatır. Örtünmenin baskıcılığını, mekânların kasvetini…

Bu yüzden şapkasını özgürce giyeceği bir ülke olduğunu vurgular Amerika’nın. Dünyanın doğusunda kadınlar özgür değilken, Batı’dakiler özgürdür. Ezilen kadın hikâyeleri, Doğulu kadınların “farklılık”larının sergilenmesi, Chandra T. Mohanty’nin ifadesiyle “Batılı beyaz kadının kendi kendine yeten, özerk, hâkim özne” (“Under Western Eyes”) kimliğini teyit etmek içindir. Batı’ya “hikâyelerini” anlatarak kendi kendilerini oryantalist bir imgeye hapseden Doğulu kadınlar, sanki hep bu anlatıyı tasdik etmek üzere anlatırlar, yazarlar ve sergilenirler. Bu sergileme sanıldığı gibi önemsiz değildir, çünkü Selma Ekrem bunları anlattığı konferanslardan kazandıklarıyla geçinir. Amerikan okuyucunun/dinleyicinin beklentilerine cevap veren bir hikâye anlatmasa, onu kim dinleyecektir ki…

Selma Ekrem “rayiha ve güzellikler ülkesi” olarak tanımladığı memleketinden Amerika’ya geliş nedenini, bu özgürlük/baskı anlatısını yeni cümlelerle destekleyecek şekilde, “şapkasını huzur içinde giyebilmek” diye açıklar. (Peçeye İsyan, s. 268) Şapka, Amerika ve özgürlük arasında bir özdeşlik kurmuştur genç kadının zihni. Öğrenim gördüğü Amerikan kolejinde Amerikalı kadınların eşitlik mücadelesi ile ilgili pek çok şey duymuş ve onlara hayranlık beslemiştir. Kendisini “zincire vurulmuş”, onları ise “rüzgâr kadar özgür” olarak tanımlar (s. 251). Bu his o kadar yoğunlaşır ki, “Gelenekler, ülkem, hatta kendi ailem tarafından zincire vurulduğumu hissetme noktasına gelmiştim. Türkiye’de yapacak hiçbir şeyim, hiçbir şansım yoktu. Kaderciliğin ağır eliyle yüzyılların ağırlığı nefesimi kesiyordu” der (s. 266). Nihayet, kaderden kaçarak bir Doğu rüyasının gerçekleşmiş, yaratılmış hâli olarak tanımladığı Amerika’ya gider.

Hâlbuki, ailenin aralıklarla ama uzun süre kaldığı Selma Ekrem’in büyük babasının (annesinin babası) evindeki gündelik hayat, o dönemde konaklarda yaşanan Batılı yaşam tarzının çok sık rastlanan bir benzeridir. Annesi Kavalalı Mehmet Ali Paşa’nın evlatlığı olan büyük baba, yedi yaşından itibaren Fransa’da yetişmiştir ve alışkanlıklarından zevklerine dek tam bir Fransız gibidir. Daha sonra Abdülhamit’in yaverliğini yapan büyük babanın evinde her zaman şarap bulunur ve çocuklara da birkaç parmak verilir. Evde Fransız mutfağı hâkimdir. Hatta pilav seven baba Ali Ekrem, “gerçek bir Türk” diye alay konusu bile olur (s. 128). Dönem tüm yönleriyle Avrupa’nın idealize edildiği, özellikle kültürel alanda örnek alındığı bir dönemdir. Buna uygun bir şekilde anne ve baba Ekrem’ler müziği çok severler. Fakat “hiç hoşlanmadıkları Türk müziğinin inleyen monotonluğunu değil, Avrupa müziğini” (s. 159).

Yaşadığı ortam böyle olmasına rağmen Selma Ekrem, yaygın oryantalist kalıpları tekrarlamak ve Amerikan okuyucusunun beklentilerine cevap verebilmek üzere kasvet, karanlık ve baskıyı daha çocukluğundan beri nasıl hissetmiş olduğunu örneklerle anlatır. Mesela Müslüman olan bebek bakıcısının dış giysisini siyah bir bohça gibi diye tanımlayıp çirkin bulurken, mürebbiyesi Matmazel Lucy’nin kocaman siyah bir şapka içindeki görüntüsünü “pırıl pırıl” diye tanımlar (s. 54). İlk Fransızca dersi tecrübesi ile ilk Kur’an dersi tecrübesini aktarış tarzı da bu açıdan önemlidir. Fransızca öğretmeninin evlerine geldiği ilk günkü izlenimini anlatırken “Matmazel Lucy sözcüklerden oluşan bir seli birbiri ardına sıralamaya başladı, Fransızcası bizi çepeçevre kuşatmıştı… Hayran hayran hiçbir şey anlamadan onları dinliyor ve izliyordum” (s. 34) der. Daha ileriki yaşlarda ona bir Kur’an hocası tutulduğunda ilk günkü duygu ve düşüncelerini ise şu sözlerle ifade eder. “Onu ne zaman görsem nefretten ürperiyordum. Kur’an derslerini sevmiyor, bu gizemli sözcükleri çözmek istemiyordum. Din hakkında hiçbir şey öğrenmek istemiyordum” (s. 168).

Kitap boyunca İslami dinî sembollerle ilgili olumsuz yaklaşım pek çok yerde karşımıza çıkar. Mesela Kudüs’le ilgili ilk olumsuz izlenimlerden biri de buranın kutsal ve dinî bir şehir oluşudur. Dindarlık ve kutsallıkla, kasvet ve pislik birbirini tamamlayan izlenimler olarak sunulur (s. 64). Yazar için asıl olan “karanlık”tan aydınlığa koşan bir genç kadın portresi çizmektir; bu amaçla çocukluğunun bütün saklı bahçesini yeniden yapılandırarak “özgürlüğe kaçış” hikâyesini kurgular. Yazar kurgu yapmakta özgürdür elbette, sorun kurgunun gerçeği yansıtan anılarmış gibi sunulması ve ancak böyle sunulduğunda alıcı bulmasıdır.

 

Nazife Şişman 

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir