Nazife Şişman

İslam Hukukunda Kadın, Aile ve Toplumsal Cinsiyet

Üniversite yıllarım iki paralel gelişmenin siyasi ve düşünsel etkisi altında geçti. Bir taraftan ikinci dalga feminist hareket, Türkiye’de darbe sonrası siyaset yasaklarının etki etmediği tek grup olarak yankı buluyor; kadın özgürlüğü ve kadınların kurtuluşuna dair söylem ve eylemleriyle hem akademinin hem de medyanın gündeminde yer alıyordu. Diğer taraftan Türkiye toplumu ve siyaseti, pek çok sorununu başörtüsü yasakları üzerinden tartışıyordu. Bu sebeple Müslüman kadınların kamusal alanda yer alışı ile laiklik, din ile cinsiyet eşitliği, örtünme ile özgürlük arasında karşıtlıklar kuran bir söylem vardı tedavülde ve oldukça etkindi.

Türkiye’deki ve dünyadaki konjonktür, “İslam ve kadın”, “İslam’da kadın”, “Müslüman kadın” şeklinde formüle edilen bir meselenin hem akademide hem de medyada farklı düzlemlerde ilgi odağı olması için elverişli olmaya devam etti. Türkiye’deki laiklik üzerinden hesaplaşma, Avrupa’daki Müslüman göçmenlerin kültürel talepleri, Orta Doğu ülkelerinde yükselen İslami hareketler… Bütün bu gelişmeler, hatta neredeyse “medeniyetler çatışması” bile  “Müslüman kadınlar”ın toplumsal konumu üzerinden ifade edildi desek abartmış olmayız. Böyle olunca kendimi doğrudan bu konuları okur ve tartışırken buldum. Hem teoride hem de pratikte.

Tabii ki bu konu benim için hiç bir zaman sadece akademik bir saikle ele aldığım cazip bir çalışma alanı olarak kalmadı. Bizzat içinde yer aldığım, yaşanan konjonktür sebebiyle hep cevaplar bulmaya zorlandığım, sadece toplumsal ve siyasal düzlemde değil, varoluşsal düzlemde de bir takım yeni kavrayış ve idraklere kapı aralayan bir mesele oldu ve olmaya devam ediyor.

Bu sebeple Judith Tucker’in “Islamic Law and Gender” adlı çalışmasına temel teşkil eden soru benim için çok anlamlı: Bu kadar kadın düşmanı uygulama İslam hukukuna dayandırılıyorken, nasıl oluyor da pek çok Müslüman kadın İslami ilkelerin bu dünyadaki iyilik ve hakkaniyetin kaynağı olduğuna ve belki biraz revizyon gerekse de İslami uygulamaların kadın hakları için en iyi teminat olduğuna inanmaya devam edebiliyor?

Genellikle bu tür sorular hep bir hiyerarşiye yaslanır. Seküler muhatap denilen kişiyi sail (soran), “bütün bu olumsuzluklara rağmen Müslüman olmakta ısrar eden ezilmiş kadın”ı da mes’ul (sorulan/sorumlu) konumuna yerleştiren bir düzenek hakimdir bu tür çalışmalara sıklıkla. Bense çoğu zaman bu soran/sorulan konumu üzerine ışık düşürmeye çalıştım okurken, yazarken. “Evet öyle, ama…” diye başlayan cümleler kurmayı açıkça onur meselesi yaparak… Tucker’in çalışmasına temel teşkil eden bu soru, hiyerarşik bir yaklaşımdan ziyade İslam hukuku ve toplumsal cinsiyet meselesini tarihsel tecrübenin ışığında bir anlama çabasına işaret ediyor.

Toplumsal cinsiyet kavramı her iki cinsi de kapsamasına rağmen cinsiyet meselesini daha ziyade kadın üzerinden konuşuyoruz. Çağdaş dönemde bu anlaşılabilir bir durum esasında. Çünkü son iki yüzyılda kadınların hayatı çok hızlı değişti. Esasında cinsler arası ilişkide de aile örgütlenmesinde de çok önemli transformasyonlar yaşandı. Genelde yaşanan değişim çok köklü ve derindi; ama bu değişim, kadınların hayatında daha bariz görünür oldu. Belki de bu sebeple 19. ve 20. yüzyıl boyunca “yeni kadın”ı tartıştı dünya. Hızlı değişimin hem motoru hem de en fazla etkilediği kesimdi kadınlar.

İslam dünyasında da toplumsal ve ekonomik hayatın değişen niteliği nedeniyle Müslüman kadınların ve erkeklerin hayatında çok önemli değişiklikler meydana geldi. Savaşlar oldu, sanayi gelişti ve mesela kadınlar fabrikalarda çalışmaya başladı. Bu bir zorunluluktu. Bu yeni toplumsal şartlar, yeni içtihatları da zorunlu kıldı. Ama ilginçtir, tartışmaların çerçevesini, bu reel hayattaki değişikliklerden ve zorunluluklardan ziyade, modernleşme süreci boyunca hep kadınlar üzerinden sigaya çekilmemiz belirledi. Yani bizim bu meseleleri tartışmamızın, modernliğe özgü genel özelliklerinin yanı sıra, bir de daha özel, bize özel dinamikleri var.

Modernleşme sürecimiz boyunca hep “İslam ve kadın”ı tartıştık ve bu tartışmanın pek de mevsim normalleri altında gerçekleşmiş olduğunu söyleyemeyiz. Bu yüzden de “İslam ve kadın” diye adlandıracağımız meseleyi, metodolojik ve ilmi bir yaklaşımla ele alabilmek için özel bir çaba gerekiyor. Neden? Çünkü bu mesele bizim için saf bir ilmi mesele olmadı, hiç  bir zaman. Bakışımız, içinde yaşadığımız ortamın ideolojikleştirdiği bir algı ile malül. İslam ve kadın meselesine “objektif” ya da daha doğru bir ifadeyle ilmi bakabilmek için öncelikle bu bakışı engelleyen faktörleri bertaraf etmek gerekir.

Mesela, İslam toplumlarını ele alırken “her şeyi belirleyen tek faktör İslam’dır” şeklindeki oryantalist algı ve “İslam kadınlar için ezicidir” şeklindeki genel yargı çok etkin bir rol oynuyor. İslam ülkeleri, İslam toplumları derken hangi coğrafyada, tarihin hangi döneminde yaşamış kadınlardan bahsediyoruz? Bu husus pek fazla dikkate alınmıyor.

Batılı sosyal bilimciler, oryantalistler, neo-oryantalistler böyle bir homojenleştirme yaparlarken, yani meseleleri hangi tarihte nerede yaşadığı belli olmayan genel bir “Müslüman kadın”dan bahsederek ortaya koyuyor. Bunu zaten biliyoruz. Ama diğer taraftan bu ideolojik algı, kendisini, Müslümanları/İslam’ı/kimliğini/tarihini savunmak zorunda hisseden Müslümanlarda da sorulara/yargılara cevap vermeye dayanan bir tavır alışa yol açıyor.

Halbuki bilinen bir gerçek, sorgulanan insan samimi davranamaz. Ya itiraf ya da savunma diline mahkum olması kuvvetle muhtemeldir. Kadın meselesi de modernleşme sürecimiz boyunca sigaya çekildiğimiz temel “gerilik” alanlarından biri olarak kabul edildiği için, en fazla itiraf ya da savunma bu alanda cereyan ediyor. Müslümanların kadın üzerinden sigaya çekilmeleri, on dokuzuncu yüzyılla sona ermedi. İslam ve kadın mevzusu, hala İslam medeniyetini yargılamanın ve Müslüman toplumlarla ilgili siyasetin üzerini örtmenin bir aracı olarak kullanılıyor.

Günümüzde “Müslüman kadın”, pek çok siyasal anlaşmazlığın üzerine bina edildiği sembolik ve kültürel bir zemin gibi işlev görüyor. Bu sebeple İslamcıların da modernistlerin de neo-oryantalistlerin de politikalarında Müslüman kadın imgesini kullanıyor olmalarını anlamak mümkün. Ama hangi çerçevede ele alınırsa alınsın, “İslam ve kadın” problemli bir alan olarak sunuluyor. Böyle problemli bir alanda düşünce ve pratik üretmek, Müslümanları oldukça zorluyor.

Halihazırda Müslümanlar, iki uç noktadan yaklaşıyorlar meseleye. Ya “İslamda kadın hakları vardır” demekle yetiniyorlar; şeriat iddiasıyla hukuku donduruyorlar; “sadece ve özellikle” kadınlarla ilgili yeni şartların gerektirdiği yeni içtihatları söz konusu bile etmiyorlar. Ya da tam aksine İslam tarihini bir yanlış yorumlar tarihi, kadınların eziliş tarihi olarak kabul ediyorlar; İslam’ın yeni ve “kadın bakış açısı”ndan bir yorumunun yapılması gerektiğini iddia ediyorlar.

Ya “İslam’ın kadın haklarıyla ilgili bir sorunu yoktur.” deyip çağın beraberinde getirdiği toplumsal değişimlere gözlerini kapatıyorlar. Dolayısıyla yeni sosyal gerçekliğe bağlı olarak dile getirilen talepleri, “aşırı Batılılaşma” ve feminizmi içselleştirme olarak tanımlayıp yargılıyorlar. Ya da modernliğin, “yeni olanın iyi” olduğu şeklindeki vurgusundan hareketle, kadınların bugün geldiği konumu ideal kabul ediyorlar. Böylece sosyal gerçekliğe hapsoluyorlar.

Böyle bir vasatta öncelikle toplumsal cinsiyetle ve kadınla alakalı tartışmaları hangi düzeyden yaptığımızın netleştirilmesi gerekiyor. Cinsiyet meselesini metafizik ve ontolojik düzeyde mi ele alıyoruz? Yani Allah’ın kainatı çiftler halinde yaratmış olmasının hikmeti, kulluğun dişil, halifeliğin eril birer tavır olarak insanda aynı anda bulunması, Celal ve Cemal sıfatlarının cinsiyetlerde farklı tezahürü düzeyinde ele alınabilir bu mesele.

Ya da tarih boyunca cinsiyetin tanımından, cinsler arası ilişkiden, bu ilişkinin arka planındaki toplumsal ve iktisadi koşullardan bahsediyor olabiliriz. Ama bu durumda bu tanımlamalardaki siyasal ve tarihsel arka planı dikkate almamız gerekir. Fıtrattan, tarih üstü bir gerçeklikten ve yaratılıştaki müzekker/müennes ayrımından değil, bizatihi sosyal gerçeklik dahilindeki kadınlardan ve erkeklerden ve bunlar arasındaki ilişkilerden bahsediyor olduğumuzun şuurunda olarak yapmalıyız değerlendirmelerimizi.

Yahut da bugüne dair sosyolojik tespitlerde bulunuyor, gündelik hayat tecrübelerine mi yoğunlaştırıyoruz bakışımızı? Tarihsel/toplumsal bir gerçeklik düzeyinden mi edebi/kültürel bir temsil düzeyinden mi yaklaşıyoruz meseleye? Bu düzeyler arası metodolojik farklılıklar netleştirilmezse, “İslam ve kadın” meselesi, ya da İslam’da cinsiyetler arası münasebetin niteliği bizim için karmaşıklığını korumaya devam eder.

İşte Tucker’in çalışması metodolojik açıdan böyle zaaflar barındırmadığı için ayrıcalıklı bir yere sahip. Katmanlı bir tarihsel yaklaşım sergiliyor yazar. İslam hukukunda kadınlara ve erkeklere nasıl muamele edilmiştir? Cinsiyetleri sebebi ile kadınlar bu muameleden olumsuz etkilenmişler midir? sorularının cevabının hiç de basit olmadığı, katmanlı ve karmaşık olduğu tespitini yapıyor.

İslam hukukunun modern öncesi dönemdeki esnekliğine dikkat çekmesi ve bunu Osmanlı toplumu üzerinden örneklendirmesi de klişe bir “İslam’da kadın” yaklaşımına geçit vermediğinin ilk göstergesi. Coğrafi ve kültürel farklılıklar, mezhep farklılıkları ve içtihadın bireyselliği gibi hususlar, tarih boyunca İslam hukuku uygulamalarına esnek bir yapı kazandırmıştır.

Halbuki 19. yüzyıldan itibaren Batı’nın gerisinde kalma sendromundan muzdarip olan Müslüman toplumlar, bir taraftan Batı’dan hukuk kuralları aktarmak bir taraftan da var olan sistemi ıslah etmek gibi bir çabanın içine girerler. Böylece hukuk reformu devletin merkezileşmesi programlarına dahil olur. Yirminci yüzyılda kodifikasyon İslam hukukunun çehresini tamamen değiştirir: Fikir çeşitliliği ve imkanı yerini standartlaşmaya bırakır. Bu durum özellikle cinsiyet meselesinde eski esnekliğin kaybolması ve bu sebeple de bir kötüye gidiş olarak görülebilir. Yani modernleşme sürecinde merkezileşen devlet yapısı, İslam hukuku alanında da bir standardizasyon ve dolayısıyla donuklaşmaya sebebiyet vermiş; bu da kadınlarla ilgili uygulamalarda keskinleşme ile sonuçlanmıştır. Son yıllarda dünya kamuoyunu meşgul eden recm cezaları esasında böyle bir donuklaşmanın sonucudur.

İslam hukukunun toplumsal cinsiyetle ilgili en dikkat çekici özelliğinin materyal zenginliği olduğuna dikkat çekiyor Tucker. Bu sebeple İslam hukuku esnek, üretken ve reforma açık bir yapı arz eder. Farklı mezhepler, hem marjinal hem de üzerinde icma olan görüşler, pek çok meselede anlaşmamak üzere anlaşmış fakihler mevcuttur bu hukukun tarihinde. Yani sanıldığı gibi donuk bir yapıdan bahsetmiyoruz İslam hukukundan bahsederken. Merkezi bir otoritenin bulunmaması, toplumsal meselelere duyarlılık, yüce bir gayeye matuf olma gibi özellikleri, İslam hukukuna modern bir hukuk sistemine “ayrımcı olmayan ve eril norma dayanmayan” ahlaki ilkeler dahil etme potansiyeli sağlamaktadır. Tucker’in hem tarihsel hem de metinsel analizleri sonucu vardığı kanaat bu.

Ama yazarın, İslam hukukunun geleceğiyle ilgili en kritik testin cinsiyetler arası eşitliği sağlayıp sağlayamadığı üzerinden verileceği fikrine ihtiyatla yaklaşıyorum. Tucker’in bir feminist olarak kadın erkek eşitliğini nihai bir kazanım olarak görmesi anlaşılabilir bir durum. Bense, Müslümanlar olarak, hiyerarşinin olmadığı bir toplum idealini sorgulamamız gerektiğini düşünüyorum. Çağdaş liberalizm, bireyin öz benliğini yeniden inşa edebileceği sınırsız imkanlara sahip olduğu ve önceden belirlenimli olmayan bir birey anlayışına yaslanıyor. Bu bireyi bulmak üzere tarihimize ve metinlerimize döndüğümüzde ise, karşımıza ya ezilmiş, ya ikincilleştirilmiş diye tanımlanan fertler çıkıyor. Müslümanların öncelikli kavramı özgürlük mü, eşitlik mi, adalet mi? Kısacası çağdaş liberalizmin hükümranlığı altında şekillenen kavramsal çerçeve ile daha geniş ve derin bir hesaplaşma hakkımızın baki olduğunu belirterek bu parantezi kapatayım.

Evet Tucker haklıdır, “İslam hukuku çağdaş dünyada yaşamaya devam ediyor, çünkü Müslümanlar Allah’ın rızasına uygun bir hayatı mümkün kılan bu hukukun daha iyi ve hakkaniyetli bir yaşamı da sağlayacağına inanıyorlar.” Ama bu “iyi ve hakkaniyet” tanımının, Batı modernitesinin “evrensel” diye nitelediği eşitlik gibi tanımlarla uyuşmayabileceğini de kabul etmek gerekiyor. Bu ve benzeri konulardaki eleştiri hakkımız elbette baki. Başka türlü bir okuma, geliştiren ve zorlu bir okuma olmaz zaten.

Sonuç olarak, Tucker’in “Islamic Law and Gender” adlı kitabı, İslam hukuk tarihindeki uygulamalar, yaklaşımlar ve hedefler ile bunların çağdaş dönemdeki mütekabilleri bakımından çok bilgilendirici bir muhtevaya sahip. Bu sebeple Türkiye’de sadece “başörtüsü” ve “ikinci eş” konularına indirgenen, kısır “şeriat” karşıtlığına mahkum edilen ve fıkıh tarihine hapsedilen İslam hukuku tartışmalarına yeni bir ivme katacağını umuyorum.

Nazife Şişman

İstanbul, Kasım 2012

*Bu yazı Judith Tucker’in Islamic Law and Gender (İslam Hukuku ve Kadın) kitabının Türkçe baskısının önsözüdür.

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir