Nazife Şişman

“HASTALIK SUÇU”: BİREYSEL SORUMLULUK/YETERSİZLİK

Günlük gazetede sağlık sayfası yayınlayan meşhur bir beslenme uzmanı, ince kabuklu meyveleri zinhar yemeyin diyor. Çünkü diye devam ediyor, ziraatta kullanılan kimyasalların meyvenin içine sirayet etmemiş olması mümkün değil; suda bekletip iyi yıkayarak bertaraf edemezsiniz zehri.

Sağlıkla ilgilenen bir köşe yazarı, kutu sütler hiç bozulmuyor, bu nitelikteki sütü hâlâ içiyor musunuz? diye soruyor.

Sağlıklı beslenmeyle ilgili direktifler veren, televizyon programı yapan popüler tıp mensupları, poşete girmiş hiçbir şeyi yemeyin, diyor.

Peki önerdikleri ne? Organik sebze ve meyvenin, köy tavuğunun, köy sütü ve yumurtasının peşine düşmek. Yani sağlığına ve kendine özen göstermek… Bu kadar özeni kendinizden sakınıyorsanız, sağlığınızı kaybetmeyi de göze alıyorsunuz demektir. Böyle deniyor.

Peki bu önerileri gerçekleştirmek ne kadar ve kimler için mümkün hiç düşündünüz mü? “Sağlıklı”, “organik” diye nitelenen yeni ve her gün büyüyen, listesine her daim yeni ürünler katan bir pazar var. Ama bu pazarın alıcısı daha ziyade üst gelir grubu. Üniversitenin birinci sınıfında, mikroekonomiye giriş dersinde arz talep fonksiyonunun en üst kısmındaki küçük üçgenin, yani en yüksek fiyata alınan bölümün, marka farklılaştırması ile karşılandığını öğrendiğimde yaşadığım şaşkınlık ve ayılmayı hâlâ hatırlıyorum. “Organik ve sağlıklı” tanımlamasına sahip ürünler de işte bu yüksek fiyata satılan, farklılaştırılmış ürünler kategorisinde değerlendirilebilir ve bu sebeple de müşterisi orta ve alt gelir grubu değil.

Hâlbuki bundan yirmi yıl kadar önce, bahçesinde domates yetiştiren, tavuk besleyen ya da kışlık tarhanasını, bulgurunu, salçasını köyde yapıp getiren bir dar gelirli, bugün meşhur beslenme uzmanlarının tavsiye ettiği gibi besleniyordu. Tabi bunları yapabilenler, apartmanda değil genellikle gecekonduda oturanlardı. Ama o zaman “trendy” değildi bu beslenme tarzı. Mesela yakındaki mandıradan süt almayın, bakteriyi yok etmek için kaynatırken vitamin ve mineralleri de öldürürsünüz, diyordu o zamanlar uzmanlar.

Esasında dikkatimizden kaçan husus şu: Bu tavsiyeler listesiyle birlikte sağlık tamamen bireyin sorumluluğuna havale edilen bir alan haline geliyor. Yani alışverişinizi bilinçli yapmaz, sağlıklı beslenme kurallarına (bunun da hızlı değişen bir trendi var, medyayı sıkı takip etmek gerek) uymaz, zamanında sağlık kontrolünden geçmez, erken teşhisi önemsemezseniz, kısacası moda tabirle “kendinize özen göstermezseniz”, sonuçlarından da bireysel olarak kendiniz sorumlusunuz demektir.

Geçtiğimiz yüzyılda sosyal politikaların konusu, ulus devletin kurucu ögesi ve vatandaşı kontrol etmenin bir aracı olarak işlev görüyordu sağlık. Bu nedenle de sağlıktan refah devleti ve kurumlar sorumluydu. Ama Z. Bauman’ın da vurguladığı üzere günümüzde “hastalık suçu” kurumlardan alınmış ve postmodern stratejilerle uyumlu bir şekilde bireyin yetersizliğine atfedilmeye başlanmıştır.* Nasıl ki küresel iktisadi yapının ortaya çıkardığı esnek iş dünyasındaki başarısızlık, sosyal adaletsizliğe, sistemsel sorunlara değil de doğrudan bireyin yetersizliğine bağlanıyorsa, sağlık alanındaki “başarısızlık” da tamamen bireyin yetersizliğine bağlanır hale geldi. Yani sağlıklı olmak bireyin sorumluluğunda olan bir şey artık. Diyetinde dikkatli olmalı, sağlıklı beslenmeli, spor yapmalı, kontrolleri zamanında yaptırmalı, erken teşhis imkânını gözden kaçırmamalı, verilen tedavileri harfiyen uygulamalı vs. Bunlar yapıldığında sağlıklı olmak adeta garanti altındadır.

Yaygın olan bu kabulde bireyin yaşadığı ekonomik ve sosyal çevre, hatta ekolojik çevre, sanki sağlığı belirleyen bağlamın dışında gibi telakki edilir. Oysa, mesela Çernobil kazası sonrası aldığı radyasyon sonucu kanser olanlar için hangi bireysel ihmalden bahsedilebilir? Ya da Somali’de protein yetersizliğinden pek çok hastalıkla pençeleşen ve erken yaşlarda hayata veda edenler, yanlış bir hayat tarzı seçtikleri için mi bu akıbete düçar olmuşlardır? Küresel ısınmada payı olan gelişmiş ülkelerin, sömürge geçmişi nedeniyle bozulan iktisadi ve siyasi yapının, dünya çapındaki adaletsiz paylaşımın rolünü sorgulamalı değil miyiz? Bu örnekler üzerinden gidildiğinde böyle sorgulamaları yapmak mümkün hale geliyor. Çünkü somut ve akut sorunlar var karşımızda.

Ama marketten aldığımız sıradan ürünlerin sağlıksızlığı üzerine konuşmak, snob (züppe) bir muhabbetten öteye gidemiyor. Mesela cep telefonlarının yaydığı manyetik alandan etkilenmenin çözümü, daha üst bir model, yani daha az zararlı bir model almak olarak sunuluyor. Telefon kullanmama gibi radikal bir tavır alsanız bile binanızdaki wireless sisteminden, yakınınızdaki baz istasyonundan etkilenmemeniz mümkün değil. Ama mesele, hep sizin kendi tercihlerinizin sonuçlarına katlanmanız üzerinden sunuluyor.

Kot taşlamada çalışan işçi ya da ekmek ağırlıklı beslenmekten ve piyasada satılan sağlıksız undan üretilen ekmeğe mahkûmiyetten başka çaresi olmayan asgari ücretle geçinen bir aile bireyi, kendine “özensiz” davrandığı için mi sağlığını kaybetmektedir? Hoca Nasrettin’in ifadesiyle “hırsızın hiç mi suçu yoktur?” Esasında bu radikal soruların üzerini örtmek ve sağlığı bir tüketim unsuru olarak kullanmak üzere bireyselleştiriliyor sağlık.

Sadece bireyselleşmiyor sağlık, aynı zamanda bir hayat tarzı haline de geliyor. Günümüzde hastalar/müşteriler/tüketiciler, tıbbi bilgiler ve kendi sağlıklarıyla ilgili yaklaşımlar üzerinden bir kimlik geliştiriyorlar. Tıbbi bakımın alıcıları olarak hastalar, ciddi bir “müşteri bilinci” sergiliyorlar. Televizyondaki tıp programları bir yandan, internetteki enformasyon yığını diğer taraftan, hastalar sorumlu biyolojik vatandaşlar, bilinçli müşteriler olmak için pek çok imkâna sahipler. Yani günümüzde sağlık bireysel kimliğin ayrılmaz bir bileşeni. Sağlık da A. Giddens’in “life politics” dediği bir seçim ve tercih alanına dahil.

Sağlık kültürü trendlerine uyabilenler ve uyamayanlar üzerinden de yeni bir sınıfsallaşmanın izlerini sürmek mümkün. Üzerinde “organik” yazan ürünlerin yeni bir pazarlama tekniği olduğuna da ayrıca işaret etmek gerekir belki. Ama bu ürünlere ulaşım imkânları üzerinden yeni bir sınıfsallaşma söz konusu. Bazıları ince kabuklu zehirli meyveler yerine altın değerinde organik, genetiği değiştirilmemiş vb. yeni kriterlere sahip yiyecekleri “tercih edebilecek” imkânlara sahip olurken, “dünyanın geri kalanı” her geçen gün standartlaşan ve standartlaştığı oranda ucuzlayıp sağlıksız hale gelen poşetli yiyeceklere mahkûm oluyor. Bu sınıfsallaşma bir yana, sağlığı bireysel sorumluluk düzeyine indirgeyen vasat, sisteme dair asıl sorulması gereken soruların önüne bir set çekiyor ve bireylere “kendi hayatlarının başarısız yöneticileri” olarak dönüp kendilerini suçlamaktan öte bir eleştiri ve hareket alanı kalmıyor.

*Zygmunt Bauman pek çok kitap ve makalesinde bu bireyselleşmeye dikkat çeker: Bkz. Parçalanmış Hayat. Çev. İsmail Türkmen. İstanbul: Ayrıntı yayınları, 2001, Bireyselleşmiş Toplum. Çev. Yavuz Alogan, İstanbul: Ayrıntı Yayınları, 2005.

Nazife Şişman

Bu yazı Yeni İnsan kitabında yayımlandı.

 

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir