Kayseri’de doğan Hamidüddin Aksarayî Hz. (i. 1412) Tebriz’de Alaeddin Erdebilî’den ders alır ve şeyhinin vazifelendirmesiyle yeniden Anadolu’ya döner. Bursa’ya yerleşip yıllarca fırınında pişirdiği ekmekleri satar. Halk onu “Somuncu Baba” olarak bilir. Yıldırım Beyazıt, Ulu Cami’yi yaptırınca damadı Emir Sultan’dan açılış hutbesini okumasını ister. O da “Beldemizde kutup varken, bize düşmez” deyip Somuncu Baba’yı minbere çıkarır. Fatiha suresini yedi mana üzere tefsir edince Somuncu Baba’nın sırrı faş olur. Halk yoğun bir teveccüh gösterir. Molla Fenarî de kendisine intisab eder. Fakat bu teveccühten memnun olmayan Somuncu Baba, en yakın müritlerinden Hacı Bayram Velî’yi de yanına alır ve Bursa’dan ayrılıp Aksaray’a yerleşir. Orada vefat eder.
…
Geçtiğimiz günlerde, daha evvel bir vesileyle tanıştığım bir İranlı akademisyenden “shelfari” (kitap rafından mülhem) adlı bir web sitesine davet aldım. İstediğim kişileri hangi kitapları okuduğumdan haberdar edebileceğim, onlara kitap tavsiye edebileceğim bir ağ sunuyordu. Yıllardır bir iki arkadaş birbirimizi okuduğumuz kitaplardan haberdar eder, bazen özet bilgi verir ve kitapları birbirimizin istifadesine sunarız. Bunun ne kadar bereketli bir süreç olduğunu bildiğim için teklif cazip gelmeliydi. Ama nedense hissettiğim daha ziyade tedirginlikti. Neden özel maille değil de bir site üzerinden haberleşmeliydim arkadaşlarımla? Okuduğum kitapları –bu; ilgilendiğim, önemsediğim konular anlamına da gelir- internet ortamında anonim bir izleyici kitlesine ve dahi komplo teorisyeni kimliğimle söyleyecek olursam, ne okuduğumu, ne düşündüğümü merak eden bilumum “mihraklar”ın bilgisine neden çekincesiz bir şekilde sunmalıydım? Kütüphane arama motorlarında, uzun zaman sonra bile hangi kitapları aradığımın hatırlanmasından rahatsızlık duyan ben, böyle bir teklifi tabii ki kabul edemezdim.
Benim bu “eski nesil” tavrım ile “Facebook çılgınlığı” ne kadar da tezat teşkil ediyor. Ama benim bu kişisel tavrım, sanal dünyada görünmekten, görünerek var olmaktan asla tedirginlik duymayan bir neslin tavırlarını anlamaya çalışmama da engel olmamalı. İsmet Özel, anlamaktan yana değildi; çünkü anlamak bir nevi onaylamak ve uymak anlamına geliyordu. Bu sebeple “anlama”nın anlayışlı olmak tedaisini bertaraf etmek için belki de analiz ya da teşrih kavramlarını kullanmamız gerekiyor. Çünkü teşrih tedavinin ön şartıdır. Her ne ise, şu soruyla karşı karşıyayız: İletişim özürlü dediğimiz sanal âlemin çocuklarının “nickname”leriyle “chat”leştikleri odalardan çıkıp sanal arenada gerçek kimlikleriyle “iletişmeye” başlamalarını nasıl yorumlamalıyız?
2004 yılında Harvard öğrencileri için kurulan Facebook, bir sene sonunda Amerika’daki tüm okulları içine aldı; Eylül 2006’da ise tüm e-posta adreslerine açıldı. Facebook’un 200 milyon kullanıcıya ulaşması bir yıldan kısa sürdü. Beş yıl içinde 400 milyon kullanıcıya ulaştı, her gün 500 bin kişi üye olmaya devam ediyor.
David Fincher, The Social Network adlı Altın küre ödüllü filminde (2010) sitenin kuruluş hikâyesini anlatırken Facebook’un kurucusu Mark Zuckerberg’in, dâhi bir bilgisayarcı olmasının yanı sıra, insanların toplumsal ilişkilerindeki arayışlarının izini nasıl sürdüğünün de altını çiziyor. Bir zamanlar haritacılar nasıl dünyanın haritasını çıkardıysa, Zuckerberg de toplumsal ilişkilerin haritasını çıkarmayı hedeflediğini söylüyor Facebook’ta. İnsanlar başkalarının hayatlarını gözetlemeyi seviyorlar, kendilerini sunmayı ve popüler olmayı da. İşte bu güdülerin peşinden gidiyor Mark Zuckerberg.
Bütün dünyaya yayılan bu popüler online vaka, insan iletişimi ile ilgili bütün retoriği değiştirmeye yol açacak farklılıklara sahip. Türkiye’deki başlangıç hikâyesini eski okul arkadaşlarını bulmak gibi bir amaca bağlamışlardı. Ama çoğu üyenin sadece bir mezunlar derneği faaliyeti ile yetinmesi söz konusu olamazdı. Evet, belki ilk zamanlar anaokulu arkadaşlarına, hatta kendisini doğurtan ebeyi bulmaya dek uzanan bir macera devresi geçiriliyordu. Ama sonrasında site, kişinin kendisinin ve arkadaşlarının rol aldığı ve sürekli değişip dönüşen, herkesin hem kendisini sergilediği hem de başkalarını izlediği bir oyun alanı hâline geliyor. Herkes hem oyuncu hem seyirci. “Kim kiminle ne yapıyor?” sorusu, sadece magazin programlarındaki ünlüler için sorulmuyor artık. “Kim kiminle tanışmış, kimin duvarında kimin fotoğrafı var?” soruları artık arkadaşlar ya da üye olunan gruplardaki yeni tanışlar için de geçerli. Yani çoğu kişi, bunları seyretmek eğlenceli olduğu için giriyor Facebook’a. Kendisinin de anonim bir seyirci tarafından seyredildiğinin farkında olarak düzenliyor profilini, duvarını.
Hal Niedzviecki, Dikizleme Günlüğü adlı kitabında, Facebook ve Twitter gibi sosyal paylaşım sitelerinde, kişilerin “Bakın, ben ne yapıyorum?” sorusundan yola çıktıklarını söylüyor. Yani kendi hayatının ayrıntılarını yüz yüze olsa paylaşmayacağı oranda görünür kılıyor belli bir kitle için. Bu, yalnızlıktan kaçışın mı, teşhirciliğin meşrulaşmasının mı, yoksa yüz yüze ilişkilerin yükünden muaf olma arayışının mı bir sonucu? Belki de hepsinin.
Ama kesin olarak bildiğimiz bir husus var: Postmodern sanal dünyada görülmekle var olduğunu hissetmek arasında doğrudan bir bağlantı kuruluyor. “Esse est percipi” (Var olmak, algılanmaktır) diyordu George Berkeley. Günümüzde sanki bu mottonun izinde kişi, başkaları kendisini seyrettiği oranda var olduğunu hissedebildiği için, portföyünde mümkün olduğunca fazla malzeme bulundurmaya çalışıyor. Resimlerini, zevklerini, gittiği filmleri, hafta sonu yediği yemeği, hatta onunla iletişimde kaç arkadaşının olduğunu, gizlilik seçeneğini tıkladıysa arkadaşları için, değilse anonim bir cemaat için görünür kılmak istiyor.
Yeni nesil kendisine bakılmasından hiç rahatsızlık duymuyor. Kişisel bilgileri hakkında bir kıskançlığa sahip değil. “Sosyal paylaşımın temelinde yatan şey kişisel bilgi değiş tokuşudur.” Kullanıcılar, “kişisel yaşamlarının özel detaylarını açık etmekten”, “eksiksiz bilgi göndermekten”, “bilgi paylaşmaktan” mutlu. Fakat bu tespitlere rağmen, Z. Bauman’a göre, gençlerin sosyal medya kullanım oranlarındaki yüksek rakamlara rağmen teşhir dürtüsünün ergenlere özgü, nesille ve yaşla ilgili göstergeler olduğunu varsaymak büyük bir hata olur. Çünkü “kamusal itirafla ilgili bu yeni eğilim”, “yaşa özgü” faktörle açıklanamaz.1 Friedman’ın kavramını kullanacak olursak “şöhret toplumu”nun bir başka yüzü aslında Facebook.2 İnsanlar başrol oynamak, bir hikâyenin kahramanı olmak istiyorlar. Ve tabii bu hikâyenin çevresindekiler tarafından bilinmesini. Bu manada Facebook’un özellikle yirmili yaşlar ve öncesi için bir kimlik edinme mekânı olarak işlev gördüğü söylenebilir. Tercihlerin oluştuğu, şekillendiği alanların başında geliyor sanal âlem. Çünkü internet, kültürel devingenliğin motoru artık. İnsanlar oturdukları yerden kalkmadan değişebiliyor, taşınabiliyor, yanıt verebiliyor, hatta satın alabiliyor.
Sanal olsun olmasın zaten bir tercih toplumunda yaşıyoruz. Artık insanlar verili kimliklerle doğmuyorlar. Tercih etme zorunluluğu ile karşı karşıya herkes: Semender Sevenler Derneği’ne de üye olabilir, silahsızlanma hareketine de. Ve bunların hepsi sanal âlemde gerçekleşebilir. Zaten ileri teknoloji toplumunda gerçek toplulukların azalıp sanal toplulukların çoğalması beklenen bir süreç. Yani insanlar hâlâ bağlantı kursalar; hâlâ kulüplere, derneklere, örgütlere girseler de normlarla, imgelerle, radyo dalgalarıyla öteye beriye yayılan düşüncelerle birbirine bağlanan sanal topluluklar çoğalıyor.
Postmodern dönemde halk seçmeye hazır, yoğrulabilir bir kitle durumunda. Bu nedenle de bir manipülasyon sanatları toplumu aynı zamanda içinde yaşadığımız. Bir propaganda, bir kamuoyu araştırmaları toplumu. İnsanlar seçebiliyorlar, demek ki kanıları oluşturulabilir. O halde diğer insanların da onların tercihlerini etkilemeye çalışmasından daha doğal ne var? Mesela Facebook, kişisel marka ya da ürün tercihlerini ürün reklamı üzerine yapıştırıp, “Ayşe falanca marka şampuanı seçti” kabilinden bir cümle ilavesiyle arkadaşlarınıza, üye olduğunuz gruplara gönderebilir. Profilinizde yer alan seçimlerin ve fotoğraflarınızın bir ürüne raptedilmiş olarak internette dolaşması etik mi hukuki mi? Bugünlerde tartışılan konular bunlar.
Bütün bilgilerimizin ticarî veya siyasî olarak kullanıma açık olmasından endişe duymak için paranoyak, komplo teorisyeni olmaya hacet yok. Çoğu kişi biliyor ki devletler ve kurumlar ta yatak odalarımıza kadar girmenin teknik araçlarına sahipler. Dikizleyebilir, soruşturabilir, karışabilirler. Dahası bu kurumlar, kredi kartlarımızı tarayıp banka hesaplarımıza gizlice girebilirler. Ne satın aldığımızı, ne yediğimizi, neden hoşlandığımızı ve televizyonda neyi izlediğimizi bilebilirler. Facebook’ta ise bu bilgiler zaten belli bir anonim izleyiciye gönüllü olarak açılmış durumda.
Alışverişin, toplumsal iletişimin, manipülasyonun, hasılı her şeyin kökten değiştiği bir çağda yaşıyoruz. İletişim aracının, mesajı değil içeriğini de değiştirdiğini internet örneği üzerinden açıkça görüyoruz. Bu içerik değişimini analiz etmeye daha uzun süre devam etmemiz gerekecek anlaşılan.
Facebook’ta bir diyalog mu var, yoksa kişinin hayatını anonim bir sahne oyununa dönüştürdüğü bir monolog mu söz konusu? Ya da sanal dönem gençliği için bir kaçış stratejisi mi, bir kimlik edinme mekânı mı? Dikkat edilirse mekân diyoruz. Adı da site, yani mekân bildiren bir kelime. Ama artık sanal bir mekândan söz ediyoruz. Bu da zaman ve mekânla ilgili kavramlarımızı, kavrayışlarımızı yeniden gözden geçirmemiz gerektiği anlamına geliyor.
Facebook zaman ve mekân algısındaki değişikliğin tek sorumlusu değil elbette. Web’in tamamını dikkate almalıyız bu tür meseleleri ele alırken. Ancak Facebook için mahremiyetin tanımını değiştirerek “kendini sergileme”yi normalleştirdiği tespitini yapmamız mümkün.
Mahremiyet/özel hayat
Facebook’un kurucusu Mark Zuckerberg, 2010 yılında verdiği bir mülakatta sosyal medyada mahremiyetin geleceği ile ilgili bir soruya, “Mahremiyet artık norm değil” cevabını vermişti. “İnsanlar sadece daha çok ve çeşitli bilgiyi paylaşmakla kalmıyor, daha çok insanla ve daha açık bir şekilde paylaşıyorlar ve bundan memnunlar.”
2015 yılı istatistikleri de Zuckerberg’i destekler nitelikte. Günde 890 milyon kişi giriş yapıyor Facebook’a. 350 milyon fotoğraf ekleniyor, 5 milyar içerik giriliyor ve 4,5 milyar kez “like” butonuna basılıyor. Eskiden özel diye nitelenen pek çok bilgiyi paylaşıyor artık insanlar. Yeni mecralar, mahremiyetin tanımını değiştirerek “kendini sergileme”yi adeta normalleştiriyor. Çünkü gözetlenmek “katılım”ın gerekli bir parçası. Orada olmak, dahil olmak için bir miktar gözetlenmeyi göze almak gerekiyor.
Eskiden açığa vurulmadıkça pek çok şeyin özel olduğu düşünülürdü. Şimdi ise özel olduğu ispatlanıncaya ya da belli çabalarla tescilleninceye kadar pek çok bilgi ve belge kamusaldır kabulü var.
Peki, nedir eskiden ortaya konulmayan, gizlenen, ulaşılması yasak olan, izin verilmeden yaklaşılmaması gereken, korunan, kişiye özel olan ve şimdilerde ise ortaya saçıldığı, ihlal edildiği söylenen bu “mahrem” ya da “özel/kişisel”?
Mahremiyet, üzerinde konuşulması zor bir konu. Çünkü kültürel ve tarihsel olarak farklı katmanlarda farklı tanımlar ve anlamlar kazandığı gibi mekânla, cinsiyetle de bağlantılı. Mahremiyetten bahsederken modern toplumdaki özel/kamusal ayrımının tarihinden günümüz iletişim teknolojilerinin bu ayrıma ve mahremiyet tanımına yaptığı etki ve katkılara dek pek çok boyutu hem ihatalı hem de derinlikli bir şekilde ele almak gerekir. Çünkü özel yaşam dediğimiz şey, zamanla ve mekânla değişen bir niteliğe sahip. Aynı zamanda dinî ve kültürel farklılıklar, özel yaşamın ve mahremiyetin çerçevesi üzerinde etkili.
Mesela İslam’a göre, insan hiçbir zaman yalnız değildir; Allah insana şah damarından daha yakındır. Yani insan mutlak, saf bir gizlilik ve mahremiyeti tecrübe edemez. Sadece yapıp ettikleri değil, düşünce ve duyguları da Allah için aşikârdır.
Fakat İslam, insanın mahrem alanına da özel bir önem atfeder. Mahremde hem yakınlık hem de yasak anlamı iç içedir. Yaklaşılması bile yasak olan haram kavramı ile korunmuş, gizli, kişiye özel gibi anlamları olan mahrem kelimesi aynı kökten gelir. Batı hukuk literatürüne girmeden yüzyıllar önce, İslam hukukunda kişinin özel hayatına dair bir bahis mevcuttur. Evin mahremiyeti ve dışarıdan müdahaleye kapalı oluşu bu önemden kaynaklanır. Başkalarının özel hayatını merak etmek, bu bilgileri paylaşmak, anlatmak hem ahlaken hoş görülmemiştir hem de bu eylemlerin hukukî yaptırımları vardır.
Dışarıdan müdahaleye karşı korunurken, kişinin kendi mahremiyetini muhafaza etmesi, yasak olanı sergilememesi, gizli olanı açığa vurmaması, özel olanı ifşa etmemesi gerekir. Bu fıkhî bir gerekliliktir; ama aynı zamanda terbiyevî boyutuyla tasavvuf literatüründe de önemli bir yeri vardır. Pek çok tarikatta kişinin kemale erebilmesi için “görünme”mesi, kendini sergilememesi, “sır”rı faş etmemesi temel tavsiyelerden biridir.
Bu bakımdan Müslüman bir toplumun yeni teknolojileri benimserken, mahremiyet, görme/görünme, teşhir ve ifşa gibi meseleleri algılayışında ve uygulamada nasıl bir dönüşüm geçirdiğini gözlemlemek ayrıca dikkat çekici bir önem arz ediyor.
Özel ve kamu ayrımı Doğu’da da, Batı’da da çok eskiden beri var olan kavramlardır. Yunan filozofları, siyasetin “kamusal” faaliyet alanı ile aile ve hane hayatı ile ilgili özel alanı birbirinden ayırmışlardır. Özel ile ilgili modern incelemeler ise daha yenidir. Mesela George Simmel “özel”i açıklarken, “başkalarının yanında itkileri kontrol etme, insanların birbirlerinden ayrı oluş ve karşılıklı bilme dereceleri” olarak tanımlar. Özel olana dair yazılanların büyük bir bölümü “kontrol” ile alakalıdır; kişinin kendisine ulaşılmasını kontrol etmesiyle alakalı görülür özel.
Mahremiyet benliğin inşasında, bireysel özerkliğin sağlanmasında ve başkalarıyla yakın ve kişisel ilişkiler kurabilmekte merkezî öneme sahip bir şey olarak tanımlanıyor günümüz akademik literatüründe. Aynı zamanda güçlü ve demokratik bir toplum için de mahremiyet şart kabul ediliyor. Akademik söylem bunu vurgularken, gerçek hayattaki bulgular bunun tam tersi bir uygulamayı işaret ediyor. Günümüzde çoğu kişi için özel hayat, korunması ve muhafaza edilmesi gereken bir değer olmaktan ziyade, şöhret ve bilinirlik karşılığında verilebilecek bir toplumsal bedel gibi görülüyor. Reality TV’ler, sosyal mecralar, bloglar ve mobil telefonlar, insanların mahremiyetlerini ifşa, özel hayatlarını teşhir ettikleri yeni kanallardır.
Yeni ilmihal
Müslümanlar nefs terbiyesinin temel ilkesinin az konuşmak olduğunu; ayıpların örtülmesinin temel ahlak kaidesi olduğunu; kendini övmenin en büyük ahlak zaafı ve “görünme”nin de “olma”nın önündeki en büyük engellerden biri olduğunu kabul ederler. Bu kabullere rağmen Müslümanların, görmenin ve görünmenin hiyerarşisini değiştiren yeni teknolojileri sorgulamaksızın ve hiçbir filtre ya da kasis koyma gereği duymaksızın hayatlarına dahil ediyor oluşu, zamanımızın en çelişkili ve en eklektik durumu.
Yeni teknolojinin çerçevesi ve bu çerçeve içinde nasıl bir ahlakın tesis edileceği ile ilgili daha derinlikli düşünebilmek için, sadece ulusal ya da uluslararası güvenlik ya da kişinin özel hayatının korunması çerçevesiyle sınırlı bir değerlendirme yapmak yeterli değil. En azından biz Müslümanlar için… Her davranışını sergilenecek, gösterilecek bir kayda dönüştürmenin, kişinin amelî durumunu ve hayat tasavvurunu nasıl etkiliyor olduğu meselesi ilmihalimize dahil olmalı.
…
- Zygmunt Bauman ve David Lyon, Akışkan Gözetim. Çev. E. Yılmaz, İs- tanbul: Ayrıntı Yayınları, 2013, s. 30-36.
- Friedman, Yatay Toplum. Çev. Ahmet Fethi, İstanbul: İş Bankası Kültür Yayınları, 2002.
Nazife Şişman
*Bu yazı Dijital Çağda Müslüman Kalmak kitabında yayımlandı.
Bir cevap yazın