Nazife Şişman

Anneliğin gizli ve aşikâr tarihi

Liseye gidiyordum, üst kat komşumuz benden birkaç yaş büyük bir yeni gelindi. Antalya’dan gelmişti ve ne bir akrabası ne de başka bir yakını vardı İstanbul’da. Bir müddet sonra bir bebeği oldu. Annem kendi tabiriyle “ele gelinceye” kadar bebeğin bakımına yardımcı olmayı vazife bildi; kırkı çıkıncaya kadar banyosunu yaptırdı; sonrasında da her dara düştüğünde dört çocuk büyütme tecrübesinin semeresini genç anneyle paylaştı. Kendisi tarlaya gittiğinde çocuklarını büyük nineye emanet etmiş olduğundan belki, pazara, doktora giden komşu genç annelerin bebeklerine göz kulak olmak tabii bir şeydi onun için. Büyük halamın da uzak bir semtte oturan kuzenimin bebeğini gün aşırı yıkamaya gidişini hatırlıyorum. Otuz kırk yıl öncesine ait bu hatıraların bir özgünlüğü yok esasında. Muhtemelen benim kuşağımdan pek çok kişinin hafızasında benzer tecrübeler vardır.

Bebek bakımının ailedeki yaşlı kadınların, büyük annelerin, kız kardeşlerin, yaşlı akrabaların, komşuların ve ebelerin dâhil olduğu kadınlar arası bir ilişkiler ağına emanet olduğu bir dönem, bahsettiğim. Bebek büyüyüp sokakla temasa geçtiğinde, çocuk olduğunda ise bu halka daha da büyür, babalar, ağabeyler amcalar, dedeler, komşu dayılar da bu sürece dâhil olurdu. Herkesin emeği olduğu için ve çocuk yetiştirme pratikleri ile kişinin karakteri ve hayat çizgisi arasında doğrudan ve belirleyici bir bağ kurulmadığından, tasvip edilmeyen davranışlar sergileyen evlatlar için “hayırsız” tabiri kullanılırdı. Doğrudan anne babaya verilen karne gibi işlev gören “başarısız” ifadesi değil.

Üzerinden çok zaman geçmiş olmasa da günümüzde bir çocuğun eğitiminden, okul ve hayat başarısından doğrudan doğruya anne babası, hatta sadece annesi sorumlu tutuluyor.

“Ana kızına taht kurmuş, baht kuramamış”

Annelerin çocukları üzerinde belirleyici bir gücü olduğuna inanılmadığı, böyle bir şeyin akla bile gelmediği dönemleri imliyor bu söz. “Ana kızına taht kurmuş, baht kuramamış.” Hâlbuki bugün bir annenin çocuğuyla erken dönemlerde kurduğu ilişkinin; çocuğa, kapasitesini kullanmasına yardımcı olacak yaşantı, bilgi ve deneyim sağlamanın; algısını açık tutmak için uygulanan stratejilerin, çocuğun sadece bugünü için değil geleceği için de belirleyici olduğu bilgisinin yükü var bir annenin omuzlarında. O yüzden “Çocuğuma yeterince zaman (kaliteli zaman) ayırabildim mi? Onun meraklarına karşılık gelecek faaliyetler yapabildim mi? Göz teması ve tensel temas kotasını doldurabildim mi?”, kısacası “Çocuğuma yetebildim mi?” sorularının yol açtığı bir endişe eşlik ediyor genç annelere.

Günümüzde şehirde yaşayan bir kadın, doğum ve taze bebeğe bakım pratiğini bir önceki kuşaktan devralmadığı için kendini tümüyle uzmanların eline bırakmak zorunda kalıyor. Ya da kuşağının sosyal medyadaki çarpık temsilini mihmandar olarak kabul ediyor. Bir tarafta abartılmış risk algıları, şöyle yaparsan böyle olur uyarıları, diğer tarafta uygulaması neredeyse imkânsız bir “yap”lar, “yapma”lar listesi… Annelik içgüdüsel diye başlayan ama hiç de içgüdülerle, fıtri bir bakım süreciyle sınırlanmayan talepler…

Bu taleplerin bir boyutu son iki yüzyılda gelişen doğumun ve bebek/çocuk bakımının bilimselleşmesi ile ilgilidir. Önemli bir kısmı ise sosyal medyanın ivme kazandırdığı ve tüketim kültürünün beslediği yeni bir “annelik kültürü”nün ortaya çıkışı ile.

Bilimsel annelik

İlk kez Rima D. Apple tarafından 1995’te kullanılmış olan “bilimsel annelik” terimi ile kadınlarla ilgili bir dizi “beklenti” kastedilir. 19. yüzyılın sonlarından itibaren bilim ve teknolojideki gelişmelere paralel bir şekilde ortaya çıkan beklentilerdir bunlar: düzenlilik, temizlik, dengeli beslenme listeleri, ideal ev düzeni… Esasında bu beklentiler, tamamen bir orta sınıf durumuna karşılık gelir (Elif Akşit, “Scientific Motherhood”, Encyclopedia of Motherhood).

Bilimsel annelikle birlikte önemli bir pratik değişimi yaşanır. Benim lise dönemlerime dair anlattığımın benzeri bir kadınlar arası dayanışma ağının yerini tıbbi profesyonellerin alması, Avrupa’da 19. yüzyılda gerçekleşmeye başlar. “Kadınlar arası bir ilişkiler ağı olarak annelik”ten kendi çocuğunun büyütülmesinden sorumlu yegâne otorite olarak anneye geçiştir yaşanan. Ve ilginçtir, anneye böyle bir sorumluluk yüklenmesine rağmen, kadınların çocuklarını besleme ve büyütmeyle ilgili bilgiden yoksun oldukları şeklinde bir algı da kabul görür. Cahil ve yalnız annenin yardımcısı yaşlı kadınlar, büyük anneler, kız kardeşler, yaşlı akrabalar, komşular değildir artık, uzmanlardır. Zira eski usul bebek besleme ve çocuk yetiştirme yöntemleri cahilane ve tehlikelidir. Yeni tıbbi pratiklerle ilgili terminoloji, eski usullerden kendini tamamen ayırır. Bu arada azalan anne ve bebek ölümleri, eski kuşağa değil, tıbbi bilgi uygulayıcılarına duyulan güveni pekiştiren bir işlev görür. Bizde ise modernleşme sürecinde “fenni usullerle çocuk yetiştirme”ye dair bir politika var olsa da bunun uygulamada halka inmesi 1980’lerden sonrasına tekabül eder.

19. ve 20. yüzyıl boyunca nüfus politikaları ve nüfus kontrolü de bu yeni bilimsel annelik vurgusu üzerinden uygulamaya konulmuştur. Avrupa dışındaki ülkeler için “bakabileceğin kadar çocuk” vurgusuyla bilimsel annelik üzerinden ifade bulan bu ideoloji, Avrupa’da doğum oranlarında düşüşün başladığı döneme denk gelir. Bu sebeple ikili bir siyasetin parçası olur “bilimsel annelik” söylemi. Bir tarafta nüfusu azaltıcı, diğer tarafta ise nüfusun azalmasını önleyici…

Bu da gösteriyor ki, anneliğin vurgulu bir tanım kazanmasının ve çocuğun ruhsal ve fiziksel gelişimi için vazgeçilmezliğinin, hem ekonomik ve siyasal bir arka planının hem de bir tarihinin olduğunu dikkate almalıyız.

Yeni anne

Pek çok dinde ve kültürde annelik kutsal kabul edilir. Doğuran kadın, hayatı devam ettiren mucize olarak kabul edildiğinden âdeta tanrılaştırılır. Mevlana, “Kadın yaratılmış değil, yaratıcıdır” ifadesiyle hakkını teslim eder bu hayati ve fıtri vazifeyi yerine getiren cinsin. Gerçi her zaman böyle bir hak teslimi gerçekleşmez. Mesela Eski Yunan’da babalık ön planda iken annenin neredeyse adı yoktur. Anneliğin modern dönemde kazandığı konumu anlaşılabilir bir çerçeveye oturtabilmek içinse birkaç hususu bir arada düşünmemiz gerekir: sanayileşme, milliyetçilik, modern tıp ve yeni eğitim anlayışı.

Sanayileşme, ev ile iş (fabrika) arasında kesin bir ayrım yaptığında, ailenin, dolayısıyla kadının üretici rolü ortadan kalkar. Özellikle burjuva devriminin ilk dönemlerinde kadın için biçilen konum, mutfak tezgâhının arkasıdır. Çalışmayan aristokrat kadın eleştirilirken, evinde çocuklarına bakan, evcimen kadın ideali yüceltilir.

Modern ulus-devlet ise, “yeni anne”yi, yani geleneksel metotlarla değil, yeni tıp teknolojilerinin ışığında, yeni eğitim metotlarını kullanarak yeni vatandaşı yetiştiren “anne kadın”ı ön plana çıkarır. Modernlikle birlikte anne, âdeta “laik bir kült nesnesi” hâline gelir. Batı dışı toplumların modernleşme sürecinde “eğitilmiş anne”nin, yeni ulusun inşasında nasıl vazgeçilmez bir konum kazandığını Türk modernleşmesinde de gözlemlemek mümkündür.

Psikoloji ve pedagojinin, çocukluğu, insan hayatında denetlenmeye muhtaç ayrı bir dönem olarak belirlemesi de annenin bu vazgeçilmez konumunu pekiştirir. Çocukluğun ilk yıllarında anne ile kurulan ilişkinin ruh sağlığı açısından önemi vurgulanır. Bu vurgu, kadına bir taraftan önemli bir konum bahşederken, diğer taraftan daha önceleri mahalle, büyük aile, lonca ve genel ahlakı vazeden din adamları gibi farklı merciler tarafından paylaşılan bir görevi, sadece annenin üzerine yükler.

Modern pedagoji çocukluğu aşırı kırılgan bir dönem olarak tanımladığından çocuğu koruyup kollama, kendine güven kazanmasını sağlama, yumuşak ve korunaklı bir atmosfer sunma, doğrudan annenin görevleri olarak görülür. Bu da anneler için çocuk yetiştirmeyi çok meşakkatli bir uğraşa dönüştürür. Çocuk bir proje gibidir âdeta ve projenin başarısından da büyük oranda anne sorumludur.

Bugün hâkim olan çocuk merkezli aile anlayışı ve çocuğun bütün eğitiminden ve kişiliğinden sorumlu anne imajı nedeniyle, böyle bir anne-çocuk ilişkisini tarihsel bir durum olarak değil, doğal bir durum olarak algılıyoruz. Oysa cinsiyet üzerinden vurgulu bir kimlik tanımının yapılmadığı dönemlerde, kadınlar çocuk dünyaya getiriyor ve bakıyor, ama bunun üzerinden bir kimlik tanımlamasına maruz kalmıyorlardı. Mesela Batı’da 18. yüzyıla kadar yumuşak, tam mesaili anne imajı Nancy Armstrong’un ifadesiyle “icat edilmemişti” (Inventing Maternity). Kasaba ve şehirlerdeki kadınlar aile içi üretimle meşgul olduklarından, köylü kadınlar tarlada çalıştıklarından, tek mesaileri çocuk bakımı değildi. Aristokrat kadınlarsa zaten hizmetçi ve dadılara emanet etmişti çocuklarını. Zannettiğimizin aksine anneler, çocuklarıyla çok zaman geçirmiyorlardı. Ama bugün özellikle Freud sonrası psikoloji ve sosyoloji, çocuğun gelişiminde anne-çocuk ilişkisinin önemini vurgulamakta ve bu sebeple kadının annelik rolü de vurgulu bir şekilde ifade edilmektedir.

Feminizm ve annelik

20. yüzyılın sonlarında, bu annelik söylemine yeni eleştiri ve katkılar ortaya çıkar. Kadınlar bir siyasal kategori olarak, feminizm de bir cinsellik siyaseti olarak annelik hakkında ciddi fikirler beyan ederler. Mesela Nancy Chodorow, annelik ve emzirmenin psikodinamikleri ve psikoanalizi üzerinden yeni bir kimlik ve benlik teorisi geliştirmeye çalışır (Reproduction of Mothering: Psychoanalysis and the Sociology of Gender). Chodorow, “Anneliğin Yeniden Üretimi: Toplumsal Cinsiyetin Sosyolojisi ve Psikanalizi” isimli bu kitabına “kadın anne” diye başlar. Kadınlar, sadece çocuk doğuran ya da emziren kişiler değildir, çocukların beslenmesi, bakılması, büyütülmesi yanında, çocukla duygusal bağ kurulması, çocuğun duygusal, ahlaki ve hatta bilişsel gelişimi için uğraşmak büyük oranda kadınların üzerindedir ve annelik tek başına çocuk doğurmakla ya da emzirmekle ilişkilendirilemez. Kadınların anneliği aslında birçok şeyle ilintilidir; aile yapısı, cinsler arasında ilişkiler, işlerin cinsiyetçi paylaşımı, aile içinde ve dışında toplumsal cinsiyet rollerindeki eşitsizlik, dinî kurallar, cinsiyet rolleri üzerindeki ideolojiler vb.

Kadınların bedensel döngülerine mahkûmiyeti, kadınların kurtuluşu önündeki en büyük engellerden biri olarak gören Sulamith Firestone gibi anneliği, daha doğrusu çocuk dünyaya getirmeyi kadınların üzerinden alacak teknolojik bir geleceğe ümit bağlayan radikal feministler var olduğu gibi, kadının anneliğini yeni bir özgürleştirici strateji olarak kabul eden eko-feministlere ve anneliğin toplumsal bir fonksiyon olması sebebiyle “eşit işe eşit ücret” prensibi gereği ücretlendirilmesi gerektiğini savunanlara dek farklı yaklaşımlara sahip feministler mevcuttur. Fakat hepsinin ortak noktası, anneliğin kültürden, siyasetten ve ekonomiden bağımsız bir alanda cereyan etmiyor oluşuna işaret etmeleridir.

Kadınlar önceki dönemlere göre daha az sayıda çocuk dünyaya getiriyorlar. Hazır gıdalar, biberonlar, kâğıt bezler gibi kolaylıklar nedeniyle bebek/çocuk bakımına daha az zaman ayırıyorlar. Ama annelik, iki yüzyıl öncesinde var olmadığı şekilde vurgulu bir rol olarak tanımlanıyor. Biyolojik bakım yönü zayıfladıkça, duygusal ve psikolojik açıdan daha fazla vurgulanan annelik, diğer insan ilişkileri ve faaliyetleri içine yedirilmiş bir şekilde çıkmıyor karşımıza. Müstakil bir rol olarak tanımlanıyor. Bu rol tanımı, çocuğunun hayatını bir projeye dönüştürme, bir ürünmüş gibi çocuğun hayatını yönetmeye kadar varıyor. Bunun sonucunda sadece kendi çocuğunun annesi olan, bütün duygusal yatırımını çocuğu üzerine yapan, atalarımızın dediğinin hilafına, çocuğuna hem taht hem de baht hazırlamaya çalışan patolojik bir anne tipi çıkıyor ortaya.

Son yıllarda bu rolü tartışmaya açan Elisabeth Badinter gibi feministler, kadınlığı sadece anneliğe indirgediği için bu eğilimi, kadın hakları mücadelesi boyunca elde edilen kazanımlardan bir geriye gidiş olarak niteliyorlar (The Conflict). Evlenenlerin yarısının boşandığı ve kadınların genellikle tek çocuk dünyaya getirdiği bir toplumda kadınların annelik ideali uğruna işlerini tamamen bırakmalarını gerçekçi bulmuyor Badinter.

Onun sorduğu şu sorular başka açılardan da anlamlı: Kadınların ortalama ömrü 80 yıla yaklaşıyor. Annelikse ortalama on yıl sürüyor (en fazla iki çocuk sahibi olunduğu dikkate alındığında). Bu durumda çocuklar büyüyüp kendi hayatlarını kurduktan sonra kendisini sadece “anne” olarak tanımlayan bir kadın, hayatını nasıl anlamlandıracak? Hayata nasıl bir üretken katkıda bulunacak?

Bu sorular, anneliğin kadının bütün hayatını belirleyecek, tek anlam ve rol belirleyici olarak kabul edilmesinin afakiliğini ortaya koyuyor.

Annelik kültürü

Çocuk yetiştirme pratikleri ile bilimsel bilginin birleşimine günümüzde bir de sosyal medya ve tüketim kültürü ilave oldu, böylece yeni bir annelik kültürü oluştu. Sadece hamilelik boyunca verilen uzman desteğini, aylık kontrolleri, ilaç takviyelerini, zorunlu tahlil, ultrason ve daha ayrıntılı görüntüleme tekniklerini hatırlamak bile, çocuk dünyaya getirmenin doğal bir olay olmaktan çıkıp nasıl hastalık olarak algılanmaya başlandığını ve tıbbi bir pratiğe dönüştüğünü görmek açısından yeterlidir. Yeni iletişim imkanlarıyla birlikte, internet üzerinden her alanda yeni bir tıbbi örgütlenme yaşanırken, “yeni annelik” de bundan nasibini alıyor ve kadınlar arası tecrübenin paylaşıldığı yeni bir kültürel ağ da kurulmuş oluyor: “yeni annelik kültürü”.

Tüketim kültürü bu annelik vurgusu üzerine inşa ediyor bütün planlarını. Fatıma Tuba Yaylacı’nın bu sayıdaki yazısında işaret ettiği üzere, sadece eşyalar değil, zaman da yapılandırılarak satışa sunuluyor. Dünyanın pek çok yerinde çocuklar açlık, savaş, şiddet ile karşı karşıyayken anneler, kendi çocuklarını “doğal bir cennet”te yaşatma performansı göstermeye teşvik ediliyor. Dikkat çekilmesi gereken husus, sosyo-ekonomik şartlar hiç eleştiriye tabi tutulmaksızın, mesele sanki sadece bir annenin çocuğu için yapacağı fedakarlıkmış, ona ayıracağı “yapılandırılmış zaman”mış gibi sunulmasıdır. Bu sunumun pedagojik söylem boyutu, her lafına “Ben bir anneyim” diye başlayan medyatik ikonlara kapı aralarken çoğu zaman ihtiyaçlar ile israfı birbirine karıştıran ve tüketimi körükleyen ekonomik ve siyasal boyutu gözden kaçmaktadır.

Muhafazakârlar ve annelik

Bu süreçte kendisini muhafazakar, İslamcı ya da dindar diye tanımlayanların kadınların annelik rolü ile ilgili yaklaşımları da dikkat çekici bir özellik arz etmektedir. Modernleşmenin taşıyıcısı önemli ölçüde kadınlar olduğu ve modernleşme söylemlerinin merkezinde de hep kadınlar yer aldığı için bir direnç noktası teşkil etmeye çalışan muhafazakarlar ve İslamcılar, evi, aileyi dolayısıyla kadını değişmeden korumanın yollarını aramış; bir taraftan kadını “cemiyet hayatı”nın tefessühünden uzak tutmaya çalışırken diğer taraftan neslin muhafazasını, çocukların velayetini tamamen annelere bırakarak temin edebilecekleri zannına teslim olmuşlardır. Değişen ev örgütlenmesi, ailenin dışa açılan ekran pencereleri, geniş ailenin ve mahallenin yerini seküler uzmanların alışı hiç dikkate alınmaksızın çocuk yetiştirmek kadının birinci vazifesi olarak belirlenmiştir.

Özellikle 1970’lerden itibaren yükselen ikinci dalga feminist hareketin aileyi kadınlar için ezici bir kurum, çocuk dünyaya getirme ve büyütmeyi ise kadınları biyolojilerine mahkum eden bir eylem olarak sunan söylemlerine karşı, anneliğe daha önce hiç olmadığı kadar özel bir vurgu yapılmıştır. Bu anlaşılabilir bir tepkidir. Çünkü neslin devamını, korunması gereken beş şeyden biri olarak belirleyen bir dinin mensuplarının, fıtratı koruma kaygısıyla “cinsel özgürlük”, “kadınların seçme hakkı” ve “kadınların kurtuluşu” gibi gelişmelere karşı bir tavır almak zorunda hissetmeleri doğaldır. Diğer taraftan kadınların çalışma hayatına girişi, bireyselleşmenin artışı, kent yaşamının değişen örgütlenmesi, aile hayatını da çocuk yetiştirme pratiklerini de doğrudan etkilemiştir. Dışarıda hızlanan “modern hayat” özellikle dindarları koruyucu bir sabit zemin bulmaya zorlamış, bulunan zemin kadınların “iyi anne”liği olmuş, bunun çerçevesi ise çelişkili beklentilerle çizilmiştir. Bu anneler bir taraftan “nohut oda bakla sofa evlerde yedi sekiz çocuk büyütmüş” bir önceki kuşak kadar fedakar, diğer taraftan çağdaş kuşatmaları savuşturacak kadar bilgi ile donatılmış, “eğitilmiş anneler” olmalıdırlar.

Kadınlar beklentileri ve talepleri sürekli artan bir “çocuk yetiştirme” yükü ile karşı karşıyalar. Kendilerini dindar diye tanımlayan kadınlar için de geçerli bu yük. Hatta buna seküler bir atmosferde çocuklarını Müslüman olarak eğitme sorumluluğunun ağırlığı da yükleniyor. Benim bu noktada sormak istediğim soru şu: Sadece anne bu sorumluluğu yüklenebilir mi? Yüklendi diyelim, bu sorumluluğu tek başına yerine getirmesi mümkün müdür? Babanın ailenin reisi olarak çocuğun terbiyesindeki vazifesi “Instagram babalığı” ya da Pazar günlerinin rutini olan “AVM babalığı” icra edilerek yerine getirilebilir mi? Nohut oda, bakla sofada yedi sekiz çocuk büyütülebilirken iki artı birlere, üç artı birlere ikinci bir çocuğun bile sığamaması, sadece bir tek parametreyle, yani kadınların o eski cefakâr kadınlar olmaması ile açıklanabilir mi? Bu soruları öncelikle muhafazakar/dindar erkeklerin kendilerine sormaları gerekiyor. Kabul, modern hayat kadınların tahammül seviyesini azaltmıştır, ama herkes kadar. Çocuğun artan pedagojik ihtiyaçlarını, mahalle gibi diğer sosyal faktörler devre dışı olduğu için çocuğun her açıdan anne üzerine abanıyor oluşunu, evin mimarisini, teknolojik çevrenin de etkisiyle artan hiperaktiviteyi vb. pek çok değişkeni dikkate almaksızın, “çocuk eğitimi ve anne” üzerine cümleler kurmak sadra şifa olmayacaktır diye düşünüyorum.

Ne eski cefakar kadınlara nostalji ne de yeni bir nesil yetiştirme yükünü omuzlanan “yeni anne” ideali gerçekçi bir duruma karşılık geliyor. Zira annelerin 7/24 çocukların istek ve arzularına amade olmaları gerektiği şeklindeki vurgu, bir taraftan annelerde suçluluk duygusuna sebep olurken, diğer taraftan da (şimdilik Batı’da) doğum oranlarında tehlike çanlarını çaldıran bir düşüşe yol açıyor. Bu yüzden öncelikle içinde yaşadığımız dönemi tasvir eden çalışmalara ihtiyacımız var, sloganik ve ideolojik yüklü tanımlamalara değil.

Nazife Şişman

*Bu yazı Nihayet Dergi’nin Nisan 2017 tarihli sayısında yayımlandı. 

One comment

  1. Tüm yönleriyle ele almışsınız harika yazı teşekkürler.Ben bir annenin psikolojisini etkileyen ve bana göre yapılacak en büyük zulümlerden birinin, aile fertleri ve çevre tarafından anneye çocuğun BAKICISI gibi davranma olduğunu düşünüyorum. Sürekli uyarılan,en basit şeyler için bile talimat verilen, aman çocuğun başına bişey gelmesin diyerek babaya ve onu ailesine karşı sorumlu hisseden anneler… Kadının sanki o erkeğin çocuğunu ve o ailenin torununu büyüten bir bakıcı gibi oldugu durumlar. Örnek olarak kuzenim en son 1 yaşındaki oğlunun üstüne çay dökülünce oğlu için korkmaktan daha çok babaya ve onun ailesine karşı korktuğundan söz etti.Sizin de bahsettiğiniz gibi aşırı sorumluluk yükleme ‘kaygılı anne’ ortaya çıkarmaktan başka bir şeye yaramaz.

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir